Yardımcı Ders Kitabı 101: “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var!”
Hayat dersi
DERSİMİZ Hayat
KONUMUZ “Görecek günler var daha...”
Aşkın kendisinin şiir olduğunu düşünerek, aşk şiirine ne gerek var öyleyse diye sorduğum olur olmasına da, yine de devam ederim aşk şiiri yazmaya, şiiri aşkla yazdığımı da söylemeyi unutmadan! Hayat ve ders arasındaki ilişki de acaba, aşk ve şiir arasındaki ilişkinin bir benzeri sayılır mı?
Hayat dersi deyince aklımıza ilk gelenler, ortak şeyler olur sanırım. Hayatın insana verdiği ders, henüz hayat dersini almamış olanların hali, hayatın bir ders olduğu ve herkesin bundan nasiplendiği, en büyük öğretmenin hayat olduğu...
Hayat dersi okulda verilen dersler arasında sayılmaz, müfredatta yoktur ama, bu hayat dersinin okulu da kapsadığını düşünmemizi engellemez. Türkçe dersi, edebiyat, fen, matematik, yabancı dil, müzik, coğrafya nasıl yaşamımızı oluşturan dersler olarak okulda öğretiliyorsa, tıpkı okulun yolunun hayattan geçtiği gibi, hayatın yolu da okuldan, derslerden geçer...
Hayattan hiç ders almamış ya da hayat dersi almamış gibi yüksek yüksek konuşup yazmaya başladım ben de. O öyledir, şu böyledir, öteki de bundan dolayı berikidir. Hayat böyle konuşmaya izin verir mi, sanmam! Ham dediğimiz, onca yaşamış ama olmamış, pişmemiş insanlar vardır, rastlamışsınızdır, rastlarsınız. Öyle üstperdeden konuşurlar atar tutarlar ki dünyayı yalamış yutmuş dersiniz. Hele bir de görüntüleri inandırıcı, tarzları güven vericiyse, kendinizi bedavadan hayat dersi alıyor sanırsınız! Aslında alıyorsunuzdur, bir bakıma her şeyin hayat dersi, hayatın kendisinin de bir ders olduğunu düşünürsek, Ataol Behramoğlu’nun ünlü şiiri “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var”ı da aklımıza getirirsek, demek ki yaşam öğretici bir şeydir der ve yaşayarak ders almayı da, ders alarak yaşamayı da sürdürürüz.
Hayat dersi hangi konuyla açılır, hangi cümleyle başlar peki? Sanırım buna verilecek yanıt, o kişiden kişiye değişir dediklerimiz arasında değil, olmamalı da! Tüm canlıların yaşam hakkına saygı göstermek ve korumak. Yeryüzü bunun için var, devletler de bunun için kurulduklarını iddia ediyorlar, giderek de merkezi, devletten insana kayan bir toplum yapısının öne çıkacağı söyleniyor, en azından insan devletin değil, devlet yurttaşının hizmetinde olmalı olacak istiyoruz diye hem cümleden hem de konudan biraz sapayım ki bu yazıyı okuyan yurttaş da biraz nefes alsın! Öyle değil mi sevgili yurttaş?
İnsanların, hayvanların, bitkilerin, tüm canlıların yaşam hakkına saygı göstermek ve korumak hoş bir talep, güzel bir cümle, ne var ki o kadar da kolay değil, yazıldığı kadar güzel bir cümle içinde de seyretmiyor her şey. Hatta ilk göz dikilen şey de bu oluyor, birini, birilerini ortadan kaldırmak, yaşamlarına tek tek ya da topluca son vermek, bundan bir yarar ummak, bunun sonucunda kimi taleplerin gerçekleşeceğini düşünmek. Canına kastedilen/ler tanıdık da olabilir hiç tanımadık, uzaktan yakından ilgisi olmayanlar da!
“İnsan insanın kurdudur” 18. YY. İngiliz filozofu Thomas Hobbes’un ünlü yapıtı Leviathan’da geçer bu cümle. Devletlerin bu düşünceye bağlı olarak oluştuğu varsayılır. Yalnızca insanlar mı, devletler de insanın kurdudur! Yaşam hakkını insanlar kadar, hatta onlardan da önce devletler ihlal eder. Herkes bilir bunu. “Kurtlukta düşeni yemek kanundur.” Ama insanın insanca yaşayabilmesi de belki en kadim yasadır: Öldürmeyeceksin! Cana kıymayacaksın, kan akıtmayacaksın, pusu kurmayacaksın, barış dururken savaşmayacaksın!
Hayat böyle buyurur. Hayatın ilk dersi budur. Hayat bu dersi verip durur da kimse almak, anlamak istemez nedense! Hele bölgemizdeki, Ortadoğu’daki savaşların bitmediğine bakılırsa, savaş kârlı bir iş, iyi bir kazanç kapısı olmalı! Bundan da en çok kimin kazançlı çıkacağını söylemeye gerek var mı, kapitalist ve emperyalist güçler kimlerse onlar!
ANA DÜŞÜNCE “Dağlar, insanlar, hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir barıştır.”
YARDIMCI KİTAP Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Yaşar Kemal, YKY
Yağmurlu ders
DERSİMİZ Yağmur
KONUMUZ Felsefe
Yağmurlu ders hangi dersle iyi gider? Müzik dersiyle mi resimle mi, edebiyat mı yoksa fen bilgisiyle mi? Hepsiyle de iyi gider ama yağmur aslında bir arkadaşlık dersi değildir, yalnızlık dersidir. Yağmur en iyi kendisiyle gider, yalnız gider.
Belki felsefe dersiyle yağmur dersi arasında bir bağ kurulabilir. Felsefe dediysem, öyle Kant, Bergson, Spinoza, Hegel metinleri değil sözünü ettiğim. Kendiliğinden düşüncelerin yağmurla birlikte yürüdüğü, tıpkı filozof yürüyüşlerine eşlik eder gibi yoldaşlık ettiği anlardan söz ediyorum. Anların felsefesi varsa herhalde en uygun ad da bu olurdu!
Yağmur bir esriklik halidir. Altında yürüyene de, ona kendini bırakana da, ondan hızla kaçmak, uzaklaşmak isteyene de, yağmuru seyredene de geçen bir haldir bu. Edip Cansever de belki bir yağmur halinde, yağmur anı esrikliğinde “Başım dönüyor ikimizden” demiştir.
İki kadeh içtikten sonra bir aydınlanma yaşar insan. Can Yücel’in şiirleri gibi parlar o anlarda yeryüzü, yaşam. Akıl keskinleşir, zihin berraklaşır, her şey birdenbire apaçık anlaşılır olur. Can Yücel’in şiirinin de yağmura benzediğini, yağdığını düşünürsek, belki bu esrik olma halini de daha iyi anlayabiliriz.
Yağmurun esrikliği insanın yoldaşı olmasındandır. Yoldaş yanımızda yürüyendir. Yağmur insana yoldaşlık etmekle kalmaz, başlangıcı da hatırlatır, yolu da. Varlığı yokluğu en çok yağmurda, yağmurlu havalarda düşünüp tartmamız yalnızca güzden olmasa gerek! Belki de kendimizi sadık yârimiz kara toprağa en yakın hissettiğimiz anlardır bu anlar. Türkçenin ulusu Yunus Emre’nin dizelerini anımsayın, yağmur gibi yağan ve kuruyan gönülleri yeşerten, ruhumuza ışık saçan bilgelikle dolu sözlerdir ki onlar, okuyup geçemeyiz, durup düşünürüz: “Ben ayımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde/Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar.”
Yağmur bizi toprakla buluşturur, varlık ve yoklukla. Toprağa düşer düşmez bir ateş olarak yükselmeye ve tütmeye başlar. Burnumuzda tüten şeyler, yokluğunu çektiğimiz, özlemini duyduğumuz şeylerdir. Yağmur buhar olup çıkarken gönlümüze yokların, yitiklerin, uzakların ateşi düşer, kokusu tüter, bir var bir yok olmanın ürpertisi o ana siner.
Doğa; sonsuzluk okulu, gökyüzü okulu, yeryüzü okuludur ve onda yaşıyor olmak toprağa, suya, havaya kök salar gibi duyumsamaktır varlığı. Toprağı ayrı ders, rüzgarı ayrı, güneşi ayrı, sabahı ayrı derstir doğanın, yağmuru apayrı ders. Ve daha ne dersler! Ama hepsinden çıkan sonuç da belli, tek sözcükle: Özgürlük! Kimi ders içini açar, kimisinde insan kuş olur uçar, kimisinde okuldan bahçeye, oradan kendine kaçar, kimisinde iyilik yola çıkar, dağlar aşar, gönüller taşar, çiçekler gibi coşar, bahar olur kana karışır, rüzgar olur sevinçle yarışır, gün olur dünyayla barışır, aşk olur, gider ilk kediyi kucaklar, köpeği okşar, ağaca sarılır! Bunların hepsi doğaya içkindir ve insanın doğasının içindedir, insan da doğanın içindedir.
Dersimiz yağmur, konumuz felsefe dedim ama, yağmur deyince yine daldık, dağıldık, felsefeden sınıfta kaldık ya da başka bir yazıya kaldık! Yazının yağmura yararı var mı, belki, ama yağmurun saçlara, gözlere, hislere, bakışlara, arayışlara, duruşlara ve dahi duruluşlara, öyleyse şiire, oradan da yazıya, yağmurun çooooook yararı vardır. E.E. Cummings’in Barış Pirhasan’ın şahane çevirisiyle Türkçeleştirip, Yeni Türkü’nün de bigüzel şarkılaştırdığı “Hiç kimsenin yağmurun bile/böyle küçük elleri yoktur” şiirini bi' düşünün bile demek istemem, bi' söyleyin hemen! Sonra gelsin Ataol Behramoğlu’ndan Ne Yağmur...Ne Şiirler! Düşüncemiz yağmurlu olsun, dersimiz de yağmurda bahçeye çıkan herkese armağan olsun!
ANA DÜŞÜNCE Gök sevinir, yağmur yağar, yer gök buluşur, gökkuşağı açar!
YARDIMCI KİTAP Kitap Bir, Kitap İki(Bütün Şiirleri),Seyhan Erözçelik, 160. Kilometre, 2021