Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nin değerlendirilmesini başka bir yazıya bırakarak daha çok, yargıya dair tartışmalar yürütülürken gözden kaçırılanlara ve yönteme dair bir şeyler yazmaya çalışacağım.

Yargı, geçiş süreci, çözüm
Mutabakat Metni’ne göre HSK, Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu olarak ikiye ayrılacak. (Fotoğraf: AA)

Önümüzdeki döneme ilişkin, sanırım herkesin mutabık kaldığı hususlardan birisi iktidar değişimi sonrasında nasıl bir ülkede yaşayacağımızın en önemli belirleyeninin “yargıdaki dönüşümün” nasıl olacağı konusudur. O nedenle muhalefet cephesinden yargıya dair yapılan açıklamaların, yayımlanan tutum belgelerinin ciddi bir eleştiriye/değerlendirmeye tabi tutulması bir zorunluluk. Bunu zorunlu kılan bir diğer husus siyasetimizde alışıldığı üzere tartışmaya açık ve değişik aktörlerin katkı verebildiği süreçler yerine “uzmanlarca” hazırlanan metinlerin/programların olgunlaştıktan sonra kamuoyuyla paylaşılması. Her ne kadar bu aşamada yapılacak eleştirilerin “hoş karşılanmaması” ya da daha başta otosansürle malul olması riski varsa da; yargı alanında faaliyet gösteren derneklerin, baroların, akademisyenlerin ve hâkim/savcı/avukatların görüşlerini cesaretle ortaya koymaları hayati önemdedir.

Geniş kesimlerin çıkış umudu olarak görüp siyasi iradelerini teslim ettiği ve şimdi -en azından- geçiş dönemini yürütmeye soyunan aktör ve yapılardan bazılarının ülkeyi bugüne getiren süreçlerde rol almış olmaları yapıcı bir eleştirel tutumu zorunlu kılıyor. Özellikle açıklanan Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde yer alan “Demokratik Meşruiyet, HSK’nın Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu olarak ikiye ayrılması” gibi önerilerin doğrudan parti programlarından alındığı izlenimi vermesi de cabası.

Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nin değerlendirilmesini başka bir yazıya bırakarak daha çok, yargıya dair tartışmalar yürütülürken gözden kaçırılanlara ve yönteme dair bir şeyler yazmaya çalışacağım.

Geçiş süreci hukukunu planlamak

Öncelikle yargıya dair iyi düşünülmüş ve planlanmış bir geçiş süreci hukuku oluşturulmalı. Bu hukuk hızlı, dönüştürücü ve sonuç alıcı olmalı. Aksi yani zamana yayılmış bir geçiş başarısızlığa mahkûm olacaktır. Yargıdaki çöküşün nedeni sadece son dönem AKP politikalarından kaynaklı sorunlar değil. 12 Eylül’ün, DGM yargısının, Fetullahçıların yargıya hâkim olduğu dönemin ve 15 Temmuz sonrası AKP döneminin farklı tortular bıraktığı bir sorunlar yumağı söz konusu. Az çok hukuk devletinin ayakta kaldığı ülkelerde/kurulu demokrasilerdeki çözüm yaklaşımı ile otoriter, hak ve özgürlüklerin sistematik ihlalinin yaşandığı rejimlerden çıkıştaki çözüm yaklaşımı farklı olmalıdır. Her halükarda bir “geçiş dönemi adaleti programı” düşünülmeli. Ancak ana akım siyasetin çözüm olarak dile getirdiği hususlar hemen her liberal/muhafazakâr/İslamcı/sağ partinin programında yer alan basmakalıp ibarelerden öteye geçmiyor. Hele hele geçiş dönemi adaleti hiç dillendirilmiyor.

Sorunla çözüm arasındaki bağın kurulması

Çözüm olarak sunulan adımların “hangi sorunu nasıl çözeceğine” nerede ise hiç değinilmiyor, kafa yorulmuyor. Örneğin; HSK’nin Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu olarak ikiye ayrılması. Nerede ise sihirli bir formül gibi sunulan bu önerinin hangi sorunu, nasıl çözeceğine dair bir açıklamaya denk gelmedim. Yirmi yıl öncesi için anlamlı olabilecek bu öneri olsa da olur olmasa da olur! Hatta üstü örtülü olarak Adalet bakanının, HSK’den ayrılmış Savcılar Kurulu’nun üyesi olarak devam etmesi zaten yok edilmiş olan savcıların özerk/bağımsız davranma refleksini iyice geriletecektir. Kaldı ki birçok ülkede savcıların tarafsızlığı ve bağımsızlığının genişletilmesi eğilimi vardır.

Sorunların ve çözümlerin güncellenmesi

Tam burada yargıya dair sorunların ve çözüm önerilerinin önemli ölçüde yargının geleneksel sorunları ve geçmiş dönemlere ait çözüm setleri ile ele alındığını vurgulamak isterim. Bir dönem Adalet Bakanı’nın HSYK’de bulunması yargı bağımsızlığı için tehdit olarak görünürken şimdi yüksek yargıdaki seçimlerde tarikat ve cemaatlere mensup grupların yarışından doğal bir şeymiş gibi bahsediliyor. Kuşkusuz bu mensupluk verilen oyları ve kararları da belirleyen bir hiyerarşiye işaret ediyor. O zaman bir dönemin adalet bakanının HSYK’den çıkması ile elde edilebilecek fayda şimdi sağlanamaz. Hatta geçiş döneminde adalet bakanının HSK de devamı daha faydalı bile olabilir.

Kadro ve mevzuat sorunu

Göz ardı edilmeyen ama genellikle etrafından dolaşılan en önemi sorun mevcut kadrolaşmalar. AYM Başkanlığı seçimlerinde bile İstanbul Grubu, Milli Görüşçüler ve Hakyolcular’ın yarıştığı yolunda ciddi iddialar oldu. Gene bir süre kilitlenen YSK üye seçimlerinde de benzer grupların yarıştığı medyaya yansıdı. Artık bir vakıa olan bu duruma dair çözüm olarak sunulan “görevini yapıp yapmama” kriteri yetersiz görünüyor. Hâkim savcı sayısı daha az olan ve bazı sorunları farklı olmakla birlikte yargısı bir çöküş yaşayan Arnavutluk örneği zihin açıcı bir tartışma başlatabilir. 2016’da anayasasını değiştiren Arnavutluk, yolsuzluğa ve politik müdahaleye boğulmuş yargı mensuplarını ayıklamak için bir görevdeki hâkim savcıları malvarlığı, hukuki yetkinlik, dürüstlük gibi kriterlerle incelemeye tabii tutarak görevlerine devam edip etmeyeceklerine karar verecek, sui generis bir komisyon kurdu. AİHM bu yolla ihraç edilen bir yargıcın başvurusunda ihlal görmedi (Özellikle son zamanlarda suça bulaşan hâkim/savcıların sayısındaki artış da ciddi bir uyarı olarak değerlendirilmeli).

Mevzuat, yani ilgili yasal düzenlemelerin yapılması işin en kolay tarafı olacaktır. Tabii ki TBMM’de yeterli çoğunluğu elde etmek şartıyla. TBMM çoğunluğu Anayasa değişikliğine yetecek bir sayıya ulaşmaz ise AYM ve HSK gibi yapıların bu haliyle daha iyi çalışabilmeleri için neler yapılabileceği planlanmalı.

Teftiş, terfi ve atama

Yargı iktidarının ve yargıya harici baskıların en önemli ancak genellikle göz ardı edilen mekanizmalarından birisi Teftiş Kurulu’dur. Bir dönem HSYK’ye bağlanması ile tüm sorunlarının çözüleceği düşünülen Teftiş Kurulu, işlevini yerine getirmekten uzak. Teftiş Kurulu’nun da radikal bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekmektedir. Teftiş Kurulu’nu da içerecek objektif ve adil bir terfi ve atama politikası hayata geçirilmeli.

Terör mevzuatı ve bürokratlaşma

Yapılan araştırmalar göstermektedir ki hâkim/savcılar, kendilerini “devletin uzantısı, memuru” olarak görme şeklinde özetleyebileceğimiz bir yargılama kültürünü içselleştirmiş durumda. Bu devletin görünen yüzü olarak karşımıza çıkan yürütmeyi giderek ona vaziyet eden siyasi partinin çıkarlarını koruyan bir pratiğe dönüşmüş durumda. Bu bazen parti kapatma davası, bazen çevrenin yağması, bazen içerik yasaklaması, bazen kayyuma yol verme, bazen de siyasi yasak getirmek için uydurma hakaret davaları olarak somutlaşıyor. Özellikle idari yargı ve terör davalarında daha belirgin hale geliyor bu durum. Yeni bir “yargı kültürünü” inşa edecek adımlara ihtiyacımız var. Bu bağlamda yargı alanında daha iyiyi planlayanların yargı pratiğindeki “terör kavramını” sorgulamamış olması kabul edilemez.

Anomi ve yargı

Özetle “kamu ahlakı ve kurallı yaşama dayalı toplumsal bütünleşmenin kaybedilmesi, normsuzluk, kuralsızlık” olarak tanımlayabileceğimiz “anomi” öteden beri bizi de ele geçirmiş durumda. Bunun yargıya yansıması daha derin oldu. Yargı etkilenmekle kalmadı, pratikleriyle anomiyi daha da derinleştirir halde. Yargı eliyle adaletin sağlanmadığı için hukuk kuralları da anlamsızlaşıyor. Bu artık hukuku yargının bile “takmadığı” bir durum ortaya çıkarıyor. Ancak geçiş dönemleri “yeninin başlangıcı” olarak, çürümeden kurtulmak için fırsat da sunar. O nedenle hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü savunusundan taviz verilmemesi gerekir. Halihazırda yürüyen Anayasa’ya aykırılık tartışmaları bir hukuk devleti ve Anayasa savunusuna dönüştürülmeli.

Yargının dinselleşmesi, neoliberalizasyonu ve ahlak bekçiliği

Başlangıçta belirttiğim gibi yazımın amacı genel bir çerçeve çizmek. Somut öneriler ve Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nin detaylı değerlendirmesini başka yazılarda yapmayı planlıyorum. Ancak yargıya dair bir çözüm için yola çıkanların yargıdaki, kararlara dinsel referans vermeye kadar varan dinselleşmeyi göz ardı etmemeleri gerekir. Laik bir temelde kurulmayan yargı mutlak çöküşü çağırır.

Yargıda iş yükünü azaltmak için hayata geçirilen arabuluculuk, performans, süre kısıtı gibi kurumlar neoliberal bakış açısının göstergesidir. İş yükünü azaltmak bir yana yargıyı angaryalara boğmaktadır. Mutlaka gözden geçirilmelidir.

Yargılama kültürüne de egemen olan bakış açısı toplumun en çok ezilenlerine dönük şiddeti yeniden üretiyor. Kadınlar, LGBTİQ+’lar vatandaş olarak hak ettikleri hukuki güvencelerden uzak bir cehennem hayatına mahkûm ediliyor. Egemen siyaset tarafından adeta “birey altı varlıklar” olarak kodlandıkları için bu yaklaşım yargıya da talimat olarak yansıyor. Örnek davaları saymakla bitiremeyiz. Yargıda dönüşümü düşünenlerin göz ardı etmemeleri gereken bir konudur.

Devam etmeyi planlıyorum.