Yargının barış ve adaletle imtihanı
Mustafa KARADAĞ - Eski Yargıçlar Sendikası Başkanı
Barış ve adalet Türk yargısına egemen iki ilke midir? Türk yargısı adalet ve barışı ne kadar içselleştirmiştir? Türk yargısı faaliyetlerinde barış ve adaleti gözetmekte özenli davranmakta mıdır? Halkın barışa olan umudu ve adalete olan inancı ne düzeydedir. 1 Eylül’ü barış günü olarak kutladıktan sonra 2 Eylül’de adli yılın açılışını “idrak” ettik. İdrak etmekteyiz dememin nedeni adli yıl açılışlarının sembolik olarak demokrasimiz açısından çok önemli olmasıdır. Zira demokrasinin temel esaslarından birisi güçler ayrılığıdır.
Anayasanın düzenlediği yasama, yürütme ve yargı güçlerine ilişkin hükümleri okuduğumuzda, gördüğümüz şudur. “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.” Oysa Yasama ve Yargı bölümünde böyle bir düzenleme bulunmamaktadır.
Türkiye’de ilk kez 2016-2017 adli yıl açılışı Yürütme gücünün başının himayesinde yapılmış ve yürütme gücünü kullanan Cumhurbaşkanı adli yıl açılış törenlerinde konuşma yapmıştır. Elbette bu bir başlangıçtır. 12 Eylül sonrası Adalet Bakanı yapılan emekli Yargıtay Başkanı Cevdet Menteş’in 1981 yılı adli yıl açılışında konuşma isteği Yargıtay tarafından şekli bağımsızlığa gölge düşüreceğinden bahisle reddedilmişken, 2014 HSYK seçimleri sonrasında oluşturulan Yargıtay’ın 2015 yılında mesaj yayınlamakla yetinen yürütme organının başının konuşmasında bir abes görmemesi manidardır ve her bakımdan tartışılmalıdır.
∗∗∗
Başta sorduğumuz soruya geri dönersek, bu sorulara olumlu cevap vermek, umudu sürdürmek mümkün müdür? Eğmeden, bükmeden, yalan yanlış bir şey söylemeden, doğruluk ve dürüstlükten ayrılmadan olumlu bir cevap verme olanağı varsa söylenecek bir söz yoktur. Olumlu düşünme durumu ortadan kalkmış ise umudu yeşertmenin bir yolunu bulma zorunluluğu vardır ve umudun yeşerip büyütülmesi de ancak demokratik bir iklimde mümkündür.
Adalet, barış ve demokrasi bizim korkmadan nefes almamızı sağlayan kavramlardır. Oysa Türkiye son zamanlarda ve her geçen gün çoğalarak gördüğümüz Türk yargısının barıştan, adaletten ve demokrasiden giderek uzaklaştığı, daha çok bağımlı ve taraflı hale geldiğidir. Anayasaya tarafsızlık ilkesinin konulmasından sonra yargının bağımsızlık ve tarafsızlıktan uzaklaşması trajik bir ironidir.
Ne yazık ki Türk adalet sistemi, iktidarın tutsaklık politikasının uygulayıcısı olmuş durumdadır ya da başka bir deyişle Türkiye’de siyasi iktidar esir tutma politikasını yargı üzerinden yürütmektedir. Son olarak Dilruba Kayserilioğlu’nun Cumhurbaşkanına hakaret ile halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçlamasıyla tutuklanması ve olmadık bir zamanda, eziyet haline getirilmek suretiyle tahliye edilmesi bizleri bu düşünceye iten sebeplerden birisidir. Zira yargı tarihinde “tahkir ve tahrik” hiç bu kadar anlam kazanmamış ve geniş yorumlanmamış, halk bu kadar aşağılanmamıştır.
∗∗∗
Dilruba’dan Fırıncılar Odası Başkanına, düğünlerde halay çekenlere kadar birçok insanın hukuka aykırı bir şekilde tutuklanması değil elbet tek sorunumuz. Bir de hukuksuz, delillere ve somut duruma aykırı olarak yargılanıp mahkûm edilenler, beraat kararlarının hemen arkasından aynı eylemleri sebebiyle yeni suç icat edilip hakkında tutuklama kararı verilenler, “cezalarını” çektikleri halde pişmanlık bildirmemesi, Alevi olması nedeniyle imamla görüşmemesi koşullu salıverilme engeli olarak görülüp halen cezaevinde tutulanlar da bu ülkenin adalet sisteminin kanayan bir yarasıdır.
Örneklerinden birisi YARSAV Başkanı Murat Arslan’dır. Alevi inancına mensup Murat Arslan’ın cezaevinin imamıyla görüşmemesi, ısrarla işlemediğini söylediği bir suçtan pişmanlık duyduğunu ifade etmemesi nedeniyle iyi halli sayılmamasıdır. Sadece Murat Arslan değil, 30 yıldır cezaevinde tutulan şair İlhan Sami Çomak’da aynı durumdadır. Cezaevi İdari ve Gözlem Kurulu kararlarıyla iyi halli görülmediğinden şartla tahliyesi ertelenmiştir. Oysa birçok tecavüz hükümlüsünü, kadın ve çocuk katilini, dolandırıcıları, hırsızları iyi halli gören Cezaevi İdari ve Gözlem Kurulları da aynı kurullardır. AİHM, AYM kararlarına rağmen cezaevinde tutulan Hatay Milletvekili Av. Can Atalay’dan tutun Tayfun Kahraman’a, Osman Kavala’ya, Çiğdem Mater’e, Selahattin Demirtaş’a, ismini sayamadığımız birçok gazeteciye, siyasetçiye kadar hepsi haksız olarak cezaevlerinde tutulmaktadır.
Eğer Türk Yargısı barış, adalet ve demokrasiyle yüzleşmek istiyorsa önce kendi halkıyla barışmak, hukuka aykırı olarak cezaevinde tutulan insanları özgürlüklerine kavuşturmayı sağlamak zorundadır.
Bağımsız ve tarafsız olduğunu, iktidara değil, adına görev yaptığı millete anlatmalı, inandırmalıdır. Unutulmaması gereken şey yargının bağımsızlığı denilence anlaşılması gereken “yargının yürütme gücüne ve taraflara karşı bağımsız” olmasıdır.