Yarım yüzyılda üniversiteler ve YÖK
12 Eylül 1980 askeri darbesini takip eden yıllarda, belli başlı gerilim mekânlarından biri üniversitelerdi. Özellikle 1982’de YÖK’ün kuruluşu ile türlü şekillerde muhatap oldukları politik müdahalelerin, akademik özgürlük ortamını zedeleyeceği endişesi yüksekti. Üniversitelerde akademik-bilimsel özgürlüğün zedelenmesi, bütün ülkede demokratik geleneklerin zedelenmesi demekti. Bu yüzden üniversiteler, YÖK gibi bir üst kurulun her tür müdahale edebileceği kurumlar olmamalıydı.
Darbenin hemen ardından gelen ağır politik baskıların, üniversitelere yansıma halleri, bu kaygıları besleyen temel bir nedendi. Daha darbenin gerçekleştiği hafta Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü, kampüs içinde askeri darbe aleyhine dağıtılan bir bildirinin sorumluları ortaya çıkmazsa, tüm öğrencileri “suçlu” sayacağını ilan eden bir “duyuru” yayınlamıştı. Böyle bir iklimde, bütün üniversiteleri yukarıdan kontrol eden bir üst kurul oluşturmak kim bilir daha ne tür müdahalelere “yasal zemin” oluşturacaktı. Bu kaygı, o günlerden başlayarak, yıllarca YÖK’ün kuruluş tarihi olan 6 Kasım’da akademik-bilimsel özgürlük talebiyle çeşitli akademik-politik eylemlere eşlik etti.
Aynı şekilde üniversitelerde ‘huzur ve sükûnu’ sağlamayı vadeden yöneticilerin sert ve keyfi tepkileri de süreci bir başka bağlamda besledi. İşte bu gerilim ortamında üniversiteler nereye gideceği kestirilemeyecek biçimde adım adım dönüştüler ve hatta üniversite olma hali ve anlamıyla çelişecek biçimde bambaşka mecralara girdiler. Bu dönüşümün en çarpıcı örneği, vakıf üniversitelerinin sayısındaki patlama oldu. “Her şeyi devletten beklemeyelim” söylemi ile meşrulaştırılmış olarak, adeta ilköğretim okulu açar gibi çok sayıda üniversite kuruldu. Tuhaf bir şekilde bir devlet üniversitesi, bir vakıf üniversitesinin hamisi haline getirildi ve böylece üniversiteler arasında yeni bir hiyerarşi daha yaratıldı. Bu arada hamilik yapılan vakıf üniversitelerinin sayısı, devlet üniversitelerinin sayısını hızla geçti, büyük şehirlerde birkaç misline ulaştı.
***
Bütün bu süreçte üniversiteler, rektörlerini seçimle belirleme geleneğini de unuttular. İlk önce öğretim üyelerinin iradesini gösterdiği seçim uygulaması kaldırıldı, öğretim üyeleri içinde ‘münasip görülen’ biri rektör olarak atandı. Bu atamaları yapan politik kurumun hemen her dönem ‘milli irade’yi referans göstermesi ise ayrı bir tuhaflıktı. “Milli irade” ile en üst yönetime gelenler, bütün diğer kurumlarda iyi-kötü var olan “milli iradeyi” yok etmeyi kendilerine hak gördüler. Böylece bütün ülkeye demokrasi idealini anlatan kurumlarda da garip bir “demokrasi” türü ortaya çıktı.
Bu müdahale giderek uçlara kaydı ve üniversitelerin içinden değil, dışarıdan herhangi bir öğretim üyesinin de, herhangi bir üniversiteye rektör olarak gönderilmesi mümkün halde geldi. Bu yeni üniversite ortamında gelen rektör, dışarıdan getirdiği arkadaşları ile kendi sistemini kurma imkânını buldu. Böylece üniversitelerin, akademik kurum olma halleri ve yıllar içinde yarattıkları gelenekleri yok sayıldı. Boğaziçi Üniversitesi bu gidişin sadece bir örneğiydi. Bütün üniversitelerde akademik özgürlükten, yeme içme mekânlarına kadar her alana müdahale edildi.
***
Zamanla üniversitelerde akademik-bilimsel özgürlük talebi tümüyle kısıtlanınca itiraz eden sesler de giderek duyulamaz oldu. Bu sürece siyasal anlamda muhalefet ettiğini bir şekilde gösteren akademisyenler, türlü dışlama mekanizmalarına muhatap oldu, yargılandı ve çok sayıda akademisyenin işine son verildi. Dahası bu durum neredeyse bir rutin haline geldi.
1980’li yıllarda akademik-bilimsel özgürlüğün zedeleneceği kaygısıyla YÖK’e karşı geliştirilen itiraz günlerinden bu yana o kadar çok şey değişti ki, bunların bir kısmı, herhalde tahayyül dahi edilememişti. Mesela sahipleri veya yöneticilerinin “kara para, irtikâp, yolsuzluk” gibi iddialarla suçlanarak, üniversite yönetimine kayyım atanması, muhtemelen kimsenin aklına bile gelmemişti ama o da gerçekleşti. Bu arada YÖK de, mücadele edilmesi gereken bir kurum olmaktan büyük ölçüde çıktı, çünkü beklenen işlevini adım adım yitirerek, edilgen teknik bir kuruma dönüştü. Yazık!


