Sen yarın sabah, her sabah uyandığımız karanlığa karşı bir umutsun. İnsanlık tarihindeki herhangi bir 15 Mayıs’a bu kadar yük yüklemek doğru değil biliyorum. Sen altı üstü günlerin uzadığı, papatyalarla gelinciklerle bir olup taçlandığı, evde papazeriklerin tuzlanıp tuzlanmayacağına dair tartışmaların yaşanabileceği sevdiğimiz bir günsün.

Yarın sabaha mektup

Nesli Zağlı

Yarım asıra yaklaşan ömrümde onlarca mektup yazdım. Gergin mektuplar, sevgiyle dolup taşan mektuplar, özür ve af dileyen mektuplar, umutlu mektuplar, mektupların şairi Haydar Ergülen’den esinlenen mektuplar…

Ama ömrümde ilk defa böylesini yazıyorum. Zihnim ve duygularım bulanık. Buna karşın bu mektupla neyi umuyorum, neyin uğruna bunca heyecanlanıyorum çok belli. Çocuklarına kendiyle meşgul olma şansı vermeyen ülkede o kadar yorulduk, yarıldık ve tükendik ki. Eşitlik, özgürlük, adalet, devrim, aşk ve barış bu kadar güzel ihtimallerken biz yıllardır o kadar karanlık bir distopyanın ortasına düştük ki…

Bir insanın varlığına ve birliğine en büyük tehdit değerler sistemine vurulan darbedir. Değerlerimiz; insanca bir yaşam, dayanışma, insancıllık, hakkaniyet, özgürlük, mahremiyet, saygı, sevgi, dürüstlük, şeffaflık, kapsayıcılık, kucaklayıcılık… Son çeyrek asıra yakın zamanda asla gözetilmeyen farklılıklarımızla yaşadığımız değerler çatışması psikolojik bir şiddete dönüştü. Zalimin zulmü, sevenin Tanrısıyla hep boy ölçüştü. Kazananlar ağalar, paşalar, para babaları oldu ve bu ülkede başka hiçbir dönemde kapitalizm bu kadar canavarlaşmadı. Yine hiçbir dönemde yurdum insanı tüm dişleriyle arsızca sırıtan kapitalizm karşısında bu kadar un ufak olmadı. Elimize iş, aş yazıp yaşamamıza son verirken kaç defa daha öleceğimizi bile bilemedik.

Sen yarın sabah, her sabah uyandığımız karanlığa karşı bir umutsun. İnsanlık tarihindeki herhangi bir 15 Mayıs’a bu kadar yük yüklemek doğru değil biliyorum. Sen altı üstü günlerin uzadığı, papatyalarla gelinciklerle bir olup taçlandığı, evde papazeriklerin tuzlanıp tuzlanmayacağına dair tartışmaların yaşanabileceği, çocukluğumuzun minik kokulu çileklerinden ilk mahsul reçellerin kaynayabileceği sevdiğimiz bir günsün. İnan biz de seni tarihin akışına bir dikilitaş gibi mimletmek istemezdik. Gel gör ki durum vahim, durum esaret, durum tehdit, durum zulüm, durum ölüm. Keşke baştakilere iklim krizine yönelik almadığı önlemlerden kırgın olsaydık da senin gibi temiz, tatlı bir sabaha bu kadar yüklenmeseydik. Ancak öyle değil canım 15 Mayıs, sana anlatmaya çalışacağım ve şimdiden ilgine ve anlayışına teşekkür ediyorum.

Psikoterapide bir prensip vardır. Her ne olursa olsun psikoterapist danışanını yönlendirecek tavsiye ve öğütlerde bulunamaz. Çünkü terapötik süreç gereği terapistin nötralitesi önemlidir. Benim (ve tahminen pek çok meslektaşımın) bir istisnai durumu vardır. Eğer danışanın kendi hayatından anlattığı ilişki ve çatışmalarda psikolojik, fiziksel, ekonomik ve cinsel şiddet var ise terapist bunun altını çizerek mimler. Burada belki yine bir yönlendirme olmayacaktır ancak danışanın verdiği mağduriyet bilgileri sonrası onu korumak ve kollamak terapistin sorumluluğundadır. Benzer bir durum şu anda bizim için geçerli; şiddet altındayız. Bu şiddeti bu ülkede öğrenciler; işçiler ve aileleri; ihraç edilen akademisyenler; LGBTİ+ bireyler; Gezi çocukları; sel, yangın, talana maruz kalanlar ve son olarak büyük depremde enkaz altındakiler ve aileleri katmer katmer yaşadı, yaşıyor. O yüzden yarın sabahcığım parmağımı kaldırıyor bugün şiddet var diyorum ve senden medet umuyorum.

Uzun badireli bir yolculuktan dönerken sıcak evinin hayalini kurmak gibi… Rüyada olduğunu fark ettiğin, iliklerine kadar korkup kaybolduğun ama bir türlü uyanamadığın bir kâbusun bitmesini arzular gibi. Yaşama dair tüm güçlüklerden geçerken, suların durulacağı ve sadece gereksiz işlerle uğraştığın anları özlemek gibi… Yıllardır bacağında takılı kalmış bir alçıyı artık kesip çıkarmanın vaktinin geldiğini hissetmek gibi. Önemsenmediğin, ilgi sevgi görmeden sürekli ihmal edilip tartaklandığın zalim yuvadan kuş gibi uçup özgürlüğüne kavuşacağın günü beklemek gibi. Godot’yu beklemek gibi, ya da Tatar Çölüne yabancı askerlerin gelişini… Yıllarca Baran’ını beklerken dilinden tek bir kelime dökmemiş, dökememiş Keje gibi… Beklemek romantik bir iş gibi duruyor ama değil. Zulüm varsa eylem şarttır!

Ben sosyal psikolog değilim. Seçmen davranışından pek anlamam. Belki de sağ-muhafazakâr bu ülkede işime gelmediğinden de anlamıyor olabilirim. Zira hayatımızı korku filmine çeviren karanlık tepeden inmedi, tepemize seçimle indi. Dolayısıyla bu kâbustan “3-2-1 haydi şimdi” diye uyanmak istemeyenler olabiliyor. Bu kadar yılgınlıktan sonra bu insanlarımızı anlayış ve şefkatle sarmalayacak bir modda da değilim. Onu zamanında “yetmez ama evetçiler” yaptı ve epey pişman da oldular bildiğim kadarıyla. Pişman olmayanların da canını sıkmak için gerekli her şeyi de yapıyoruz neyse ki. Sevgili 15 Mayıs şunu söyleyebilirim ki, senin babaların dedelerin zamanındaki kadar naif değiliz artık. Karanlığı defetmek konusunda daha kararlı ve netiz. Daha dayanışmacı, daha inatçı, daha konuşkan, daha uzlaşmacı ve hatta daha yaratıcı ve komiğiz. Bu espri tonu ve inat bize bir mayıs sonunun kuş cıvıltılarıyla dolu parkından miras. Her şey Gezi’den önce ve Gezi’den sonra denmesi bu yüzden.

Gezi bize bir ağaç, bir şehir, bir değer, bir inanç ve bir ülke için birlikte mücadele etmeyi öğretti. Biliyor musun 15 Mayıs, aslında birleşmenin ve dayanışmanın hiç tutsağı yok. Dikta siyasetine ters düştü diye şu an parmaklıkların ardında olan tüm mücadeleciler bizimle. Şimdi buna nasıl oluyor diyeceksin anlatayım. Örneğin bir çocuğun fiziksel olan birini veya bir şeyi zihninde taşıma kapasitesi zamanla gelişir. Perdenin ardına saklanan bir anne aslen de yok mudur? Çocuğun ilk yıllarında bu içselleştirmeyi yapma, görünmeyenin varlığını ruhsallığında devam ettirme becerisi kazanılır. Biz de tam bunun gibi parmaklıklar ardındaki siyasetçilerin, gazetecilerin, öğrencilerin ve tüm diğer tutsakların hâlâ aramızda olduğunu hissedebilme becerisi geliştirdik. Bana kalırsa yarın sabahın umudunu en diri tutan şeylerden biri de budur. 

Sevgili 15 Mayıs. Fani ömrümüzde nice şen şakrak 15 Mayıs’lar gördük. Çok da anlam yüklemeden gelip geçtik içinden. Oysa sen de duyuyorsundur, karar günü alındığından beri kimse seni dilinden düşürmüyor. Ürkmüş, karışmış ve bir performans kaygısına girmiş olabilirsin. Ancak üniversite sınavına hazırlanan kızıma söylediğimi sana da söyleyeyim; her ne olursa olsun sen bizim kabulümüz ve kıymetlimizsin. Takdir edersin ki çok stresli, öfkeli, tıka basa dolu, tahammülsüz ve sabırsızız. Bir şeylere inanmamız tutunmamız gerekliydi ve biz seni seçtik. Enkazların, topların, taşların, bize sallanan parmakların altında sıkıştık. Umudumuz bu düzenin açtığı tüm yaralara, kayıplara saygımızla kendimizi insanca var edebilmek. Bize umut olmanı dilerken, umudun edilgen bir varoluş olmadığını, taşın altına elimizi koymamız gerektiğini biliyorum. İnan bana elimizden geleni yaptık. Dilerim tek bir kişinin dahi canının yanmadığı aydınlık, onurlu, özgür bir sabahla karşılarsın bizi. Bu mektubu Haydar Ergülen’in mısralarıyla bitirmek isterim: “Bir zarf açılınca içi açılıyorsa kelimelerin mektup odur, bir zarf kapanınca dışarıda kalıyorsa bazı kelimeler mektup odur.”