Failin saldırganlığı, utanmazlığı, talancılığı hepimizi hayrete düşürürken bir yandan da, bu dayanışmayı ve yaşamı yaratan toplumsal direncin ve dayanışmanın bu 20 yılın pek çok ânında ortaya çıktığını biliyoruz, ilk andan beri orada olanların bu karanlığa karşı mücadelesinin tarihini biliyoruz.

Yaşamla bağdaşmayan tahakküme karşı

Nihal Baltacı-Hande Gazey

Gerçekle, kendimizle, diğerleriyle, yaşamla ve gelecekle olan bağların gündelik olarak aşındırıldığı bir karanlıktan bu bağların bıçak gibi kesildiği bir yıkıma uyandık. Müthiş bir çaresizlik ve öfke dalgasının, havayı ağırlaştıran, etrafı görmeyi engelleyen, adımını muğlaklaştıran bir sis gibi çöktüğü, adeta somutlandığı bir yıkım.

Yıkıma tanık olanlar için, ilk aşamada, o sisin içerisinde yanındakini bulma ve eylemeye girişme hali, ortak bir biçime büründüğünde içerisinde özne olabildiğin, parçası olabildiğin ve değiştirme gücünü tekrar eline aldığın, sonraya seni taşıyacak bir alan yaratıyor. Bir nefes alma alanı, ilk âna verilen tepki.

Nasıl ki yıkıma doğrudan maruz kalan açısından, travmatik deneyim tahribatının boyutlarının ana belirleyicilerinden biri, ilk anda yaşamsal olana, güvenli alanı ve temel insani ihtiyaçlara erişiminin zamanı ve koşulları ise; tanık olan açısından da sarsılmış güvenlik algısının onarılacağı bağı kurabilme koşulları belirliyor.

Çaresizlik ve öfke, diğer bedenlerle bağ kurarak eyleme haliyle buluştuğunda anlamlanıyor dışarıya doğru akıyor. Sanıyorum memleketin pek çok yerinde elden ele koli taşınan zincirler o bağın sembollerinden biri, bedenini başka bedenlerin yanında işlevli ve eyleyici bir halka olarak yerleştiren bireyin elden ele taşıdığı her anlamda bir “ihtiyaç” kolisi.

Diğer bedenlerle birlikte eyleyerek, çaresizlik ve öfkenin bedenin içerisinde hapsolup tahribat yaratmasının önüne geçerek kurulan bağ gerçekle, zamanla, gelecekle kurulacak olan bağın da kendisi.

Yıkım ve kaybın ardından yaşanılanı sembolize edebilmek de, bu bağdan doğacak bir işlev. Nerede sembolize olacak? Neden, suçlu kim sorusuna verilecek cevap sonrasını da belirleyecek.

Tam da bu noktada içerisinde bulunduğumuz düzenin nasıl bir felaket düzeni olduğunu ruhsal alandaki yıkımı ile bir kez daha ifade edebiliriz. Önlenebilir her olayda sorumlu ve suçlu ararız. Oysa gündelik yaşamımızı ilga eden, piyasayı tüm hakikatin referans noktası olarak dayatan, parçalayan ve içimize doğru çökmemize yol açan etkiler tam da bu bağı parçalamak üzerine kurulmuş. Kendi zamanı ve kendi hakikatini dayatıyor. Onun zamanında ne donakalmaya, ne yas tutmaya hak var!

Dolayısıyla, toplumsal dayanışmanın adeta yükseldiği noktada sermaye kendi zamanı ve hakikati ile o ânın geçiciliği, esas olanın sürecek düzen olduğunu kaçınılmaz olarak hatırlatacak: “O zincirden çıkıp ‘gerçeğe’ döneceksin ve ‘hayat’ ‘kaldığı yerden’ akmalı!”

Sermayenin bu tahakkümü kelimenin tam anlamıyla yaşamla bağdaşmıyor!

Sermayenin hakikati ve zamanı utanç, hesap soramamışlık, çaresizlik, yalnızlık ve zayıflık dayatıyor. Onurumuza dokunan bir öğütücü. Çaresizliğini sorumluluk olarak gören, kendine dönen, içeri alınan bir öfke… Yok mu bunun sonu?

Selçuk Candansayar, BirGün’deki yazısında, “Her kayıp öfkelendirir. Gidenin ardından ağıt yakarken saçını yolan, dizlerini dövenin öfkesi çaresizliğinedir. Gidişi durduramamanın acısını kendisinden çıkarması. Öyle öyle kabullenebilir kaybı, kalan. Ağıt, onarıcı öfkenin sembolüdür. Onarıcı öfke, kaybın ancak sorumluların cezalandırılmasıyla kabullenilebileceğini gösterir. Saçını yolup, dizini döverken, acısını acı çekerek dindirmeye çalışırken sorumluluğa da çağırır çevresini ağıt yakan. Bu kayıpta sorumluluğu olan kim varsa bedel ödesin çağrısıdır. Kendisini öne çıkarır ve bak ben çaresizliğimi bile sorumluluk olarak görüyorum, der.” dedikten sonra ekliyor, “eğer kayıp önlenebilir ise sorumlunun bedel ödediğini görebilirsek kabullenebiliyoruz.”

Yaşamla bağdaşmıyor çünkü bize dayatılan ve bırakılan, yegâne ve alternatifsiz alan, bağ kuramamış, öfkesi kendisine dönmüş bedenimiz.

Bu cendereden çıkışın cevabı, dayanışmaya koşanın kim olduğunda, bizi o zincirde yan yana tutanın ne olduğunda.

Evet, depremle birlikte, iktidar, tüm kurumlarıyla, yapılarıyla, sembolleriyle, yolları, köprüleri, hastaneleriyle birlikte enkazın altında kaldı. Failin saldırganlığı, utanmazlığı, talancılığı hepimizi hayrete düşürürken bir yandan da, bu dayanışmayı ve yaşamı yaratan toplumsal direncin ve dayanışmanın bu 20 yılın pek çok ânında ortaya çıktığını biliyoruz, ilk andan beri orada olanların bu karanlığa karşı mücadelesinin tarihini biliyoruz.

Bizi yan yana getiren, yaşamla bağdaşanın ne olduğunu da işaret ediyor. Öfkemiz de, acımız da başka bedenlerle buluşarak, “bunun sonu var”a, “başka bir dünyanın mümkünlüğü”ne doğru çaresizlikten sıyrılacak!