Her günü daha ağır bir tablo ile kapattığımız bu hafta ülkemizle, birbirimizle, toplumla ilgili bildiklerimizin ve bilemediklerimizin yeniden sorgulandığı bir süreç ortaya çıkardı. Uzmanlar böylesi bir travma ardından iyileşme için yan yana, omuz omuza durmanın önemini vurguluyor. Toplumun farklı kesimleri her türlü zorluğa rağmen depremzedelerin yarasına merhem olma çabasını sürdürüyor.


İktidarın toplumu ayrıştırma gayreti ise dur durak bilmiyor. Yağmacı, sığınmacı söylemleriyle sürekli yeni bir düşman üretilmeye çalışılıyor. Tedirginlik ve güvensizlik hissiyatı körükleniyor. Bir yandan da üniversiteler kapatılıyor, gençler yalnızlaştırılıyor. Depremzedelerin barınma ihtiyacını karşılanması için yurtlar boşlatılırken özel mülkiyete, boş konut stokuna hiç dokunulmuyor.

***
Bu tablo, tıpkı pandemi sürecinin gösterdiği gibi toplumun ihtiyaçlarını, işbirliğini ve bilimsel ölçütleri temel alan bir kamuculuk anlayışının kentin ve kentsel hizmetlerin üretimi ve planlanması sürecinde de hakim kılınmasının aciliyetini gösteriyor. Zira yıkımın yarattığı tahribatın ölçeğinin bu denli şiddetli olmasının arkasında konut, gıda, enerji dağıtımı, sağlık, ulaşım gibi kentsel kamusal gereksinimlerin son 20 yıldır toplumdan ziyade sermayenin ihtiyaçları gözetilerek üretilmesi yatıyor. Elbette, tüm dünyada iflas eden piyasacı politikaların buradaki tezahürüne eşlik eden siyasal islamcılıkla birlikte.

Bu durum sermaye yararına düzenlenen temel hizmet politikalarını daha da güvencesiz hale getiriyor. Çünkü bu türden yandaşlık ve cemaat ilişkileri liyakat kriterini hiçe sayıyor. AFAD’ın yönetimi buna bir örnek. Bir ilahiyatçının ülkenin arama kurtarma faaliyetinin yönetiminden sorumlu kılınması türlü liyakatsizlik biçimlerinin en bariz göstergelerinden birini oluşturuyor. Jeologlara, mühendislere kulak asılmaması ve hatta yapı denetim süreçlerinde TMMOB gibi bağımsız meslek kuruluşlarının devre dışı bırakılması da güvencesizliği perçinleyen rantçılığın bir diğer yanını oluşturuyor.

***

Tüm bunlara ek olarak neoliberal dönüşümün baş uygulayıcısı olarak AKP iktidarı, tüm kamu kaynakları gibi kentlerin ve konutun da özelleştirilerek sermayeye peşkeş çekildiği bir düzen yarattı. Kentleşme politikalarını 1999 depremi söylemi üzerine kuran AKP, inşaat odaklı bir büyüme modeli ile birçok yapıyı yeniledi. Bu yapılırken kamunun imar planları değişikliklerinde veya acele kamulaştırma kararlarında özel çıkarı gözeten bir perspektif edinmesiyle ülkenin her yanı ranta dayalı bir kentleşme politikasıyla betona boğuldu.

***

Sonuçta toplumun kamucu sosyal konut ihtiyacını da değersizleştiren bu süreçte ihtiyaç sahipleri için kurulan TOKİ servet aktarımının aracı haline getirildi. Kentsel mekan ve kentsel yaşam değişim değerine göre düzenlenirken haklarımız da çiğnendi. Karar süreçlerine katılım hakkımız, sağlıklı bir çevrede yaşam hakkımız, kent hakkımız, yaşamaya elverişli konutlara erişim hakkımız gibi. Nihayet ranta ve özel çıkarlara hizmet edecek politikalar neticesinde bunca yılda atılan adımların zararı yararından daha çok oluyor.

Böylesi bir düzende kamuculuk tüm bunlarda en ufak bir iyileşme isteyen herkesin sıkıca sarılması gereken bir ilke olduğunu çok defa kanıtladı. Toplumcu, bilimsel, demokratik bir planlama, rekabetsiz, eşitlikçi ve kolektif bir kamuculuk yaşanabilir kentler, yaşanabilir hayatlar kurmamızın tek yolu haline geldi. Bu çerçevede kentsel mekan ve hizmetler ölçeğinde bir kamuculuk mücadelesi perspektifi üzerine düşünmek gerekiyor. Böylesi bir mücadele örneğin kriminalize edilen TMMOB’yi denetim, planlama ve yönetim mekanizmasına katmayı, konutun nasıl üretileceğini de belirleyecek olan anlamı üzerine verilecek ideolojik bir mücadeleyi, toplum tabanlı afet planlaması gibi yerel örgütleme ayaklarını da içerebilir.