Yaşanan toplumsal bunalımdır

1990'lı yıllarda da enflasyon önemli sorundu. Ama o yıllarda emek kendini enflasyona karşı korunmaktaydı. Koalisyon hükümetleri endekslemeyi genelleştirmişlerdi ve bu durum sadece asgari ücretlere, emekli ve memur aylıklarına değil; bugüne göre çok daha geniş bir kitleyi kapsayan toplu sözleşmelerin tümüne girmişti. Sadece enflasyon kaybını değil, refah payını da katmışlardı. Dolayısıyla kayıpları çok azdı. Onun dışında, bütün çiftçi destekleme alımları, taban fiyatlar, hepsi endekslenmişti. Birçok kesim kendini korumayı başarmıştı.

Bugün de yaygın bir endeksleme var. Ama sermayenin, bütün gelir türleri fazlasıyla endeksleniyor. Bir örnek kur korumalı mevduattır. Kur korumalı mevduatla, kurun artışı faiz gibi ana paraya ekleniyor. İlk 3 ayda bu mevduat sahiplerine ödenen getirinin yıllık ortalaması enflasyonu aşmıştır. İkincisi asgari ücret artışına sermayenin tepkisiyle gerçekleşti. Şirketleri ücret artışlarını kâr marjlarına yedirdi. Enflasyonu artıran bir etken de o. Asgari ücretler maliyetlere eklendi kar marjlarını da yükseltti.

Normal olarak emeğin payı artarsa, karın payı azalır. Emeğin payını artırması gereken asgari ücret ayarlaması; aynı zamanda kar marjlarını da koruyor. Bu da sermaye lehine bir endeksleme türü olarak yorumlanabilir. Sonuçlardan bazı örnekler: Bir yıl öncesine göre banka kârları yüzde 320 artmıştır. İşte emek karşıtı bölüşüm şokunun telafisinin kimin tarafından ödenmesi gerektiğine ilişkin bir adres. İkinci bir örnek borsa kazançlarıdır.. Yılbaşından bu yana Türkiye'de borsa, “yükselen piyasa ekonomileri”nden pozitif yönde ayrışıyor. Bu ne demek? Borsada işlem gören bütün finansal varlıklar, servet türleri enflasyonun üzerinde kazanmaktadır. Nisan ayında borsa endeksindeki artış yüzde 20'ye yakındır. Enflasyon yüzde 5,6 artarken borsada işlem gören bütün şirket hisseleri, menkul değerler yüzde 20 artmış. İşte servet dağılımında bir kutuplaşma olgusu…

Buradan kısa vadede çözümlere geliyoruz: Millet İttifakı'na göre çözüm IMF'dir. Zaten ana bileşeni olan CHP ‘yetki Ali Babacan'da’ dedi. IMF programını 2015'e kadar tavizsiz sürdüren siyasetçi adres gösterildi. IMF ‘istikrar sağlanacak’ ilkesini savunur. Bugünün ortamında düşük tempolu büyüme anlamına gelir. Nitekim IMF'nin Türkiye için öngörüleri 2027'ye kadar yüzde 3,3'lük bir büyümedir. ‘Neoliberal istikrara döneceksin; IMF kredisini kamu maliyesini sıkarak ödeyeceksin’ diye özetlenebilen bir model izlenirse karşılığı yüzde 3,3’lük büyüme… Hatırlayın 2001 krizi öncesinde IMF programı enflasyonla mücadele başlığı altında tezgahlandı. Dış dengeleri sağlamak için kredi aldık, bunun karşılığında her yıl bütçe fazlası vermeyi yüklendik. Bu tür bir program, bütçe daha da daralacak anlamına geliyor. Zaten AKP'nin dar tuttuğu kamu maliyesi, daha da daraltılacak; dış borç yükü böylece ödenecek ödeyeceksin, enflasyon böyle frenlenecek.

Türkiye'de bugünkü toplumsal bunalım koşullarında bu tür bir kemer sıkma yönelişi, Gamze'nin vurguladığı atıl emek oranlarının artmasını kaçınılmaz kılar. İşsizlik oranının sabit kalması için bile yüzde 5 büyüme lazım. Daha düşük oranda büyüme sağlar ama bu atıl emek rezervinin genişlemesi anlamına gelir. Yani evde oturan delikanlılarımız ve kızlarımız iş gücü piyasasına çıkmaya ihtiyaç bile duymayacaklar. Yani IMF-türü politikalarla bize vaat edilen gelecek budur.

AKP ‘iktidarı kaybedersem, IMF’ye gittiği için dünyayı yeni iktidarın başlarına yıkarım’ diyor. Buna karşılık seçimi Saray kazanırsa, IMF programına gidecek her türlü o esnekliği yapar. Cumhurbaşkanı'nın bu konuda gösterebileceği esnekliğin sınırı yoktur. Dış siyasetteki dalgalanmalarına baksın arkadaşlar, tüm belirtiler örnektir. "Ben IMF'nin hissedarıyım, bir üyesiyim, hatta zaman zaman sözcüsü bile olmuşumdur, bu kimliğimle IMF ile işbirliği yapıyorum" söylemine rahatlıkla geçebilir.

Şimdi gelelim IMF dışındaki kısa vadeli seçeneklere. Tüm emek gelirleri kısa dönemde enflasyona endekslenmeli. Nasıl? Öncelikle bölüşüm şokunun “kazançlıları” olan burjuvazi, şirketler, bankalar vergilenerek… Etkili, müterakki bir servet vergisi gündeme gelmelidir. Şu anda Arjantin bir borç krizden geçiyor. Türkiye’yi andıran yıllık yüzde 57 enflasyon, yüzde 47 de politika faizi uygulanıyor. Ama aynı zamanda enflasyondan kazanan katmanları vergileyerek bütçeden yoksullara önemli boyutta gelir transferi yapacak bir kaynak aktarımını kabul etti.

Sıkı para politikasına fakat gevşek maliye politikasına geçilmeli. Sıkı para politikası sermayenin sistematik kayırılmasını frenler. Bankaların astronomik kârları nereden geliyor? Yüzde 14 ile MB’den borçlanıyor. Yüzde 28’lerle kredi dağıtıyor. Emekçilere daha yüksek faizle kredi veriyor. Tüketici kredisi yüzde 25, ihtiyaç kredisi 28. Enflasyon yüzde 61; ama ticari kredi yüzde 20… Sıkı para gevşek maliye politikası sermayenin kayırılmasını kısıtlar. Maliye politikasının temel özelliği reel ekonomiyi besler. Aziz arkadaşımız ayrıntılara hakimdir. Harcamaların bir bölümü de sermayeye transferden oluşur. Teknik adı vergi harcamasıdır. Harcama gibi görünür. Bu tür kamu giderlerini kaldıracak; bir anlamda sermayeyi vergileyecek ve emeğe aktaracaksın.


Orta ve uzun dönemde bir büyük onarım gerekecektir; çözümler çok daha güç ve meşakkatlidir. Bu onarım ancak halkın iktidara katılmasıyla olabilir. Neo liberal dönem, bir anlamda halk sınıflarını da afyonlamıştır. Nicel örnek vereyim: 2000-15 arasında kişi başına işçi ve köylü gelirleri reel olarak büyümüş ama kişi başına milli gelirin gerisinde seyretmiş. Üretimden aldıkları paylar gerilemiş; ama tüketim payı artmıştır. Yani halkımızın kişi başına tüketimi gelir düzeylerini aşabilmiştir. Nasıl? Borç tuzağına savrularak… Sermaye birikiminin sürüklemesi ile ekonomi büyürken emeğin ulusal hasıladan aldığı payını artırmak; ama tüketimin payını aşağı çeken bir gelişme biçimi…

Bu gelişme biçimi bir halk iktidarını; azından işçi sınıfının etkili biçimde temsil edildiği bir iktidarı gerektiriyor. Bu iş de sosyalistlerin işçi sınıfını temsil edecek bir örgütlemeyle iktidar katılması sonucunda gerçekleşebilir. Kuşkusuz en uzun dönemli çözüm, sosyalizm, giderek komünizmdir.