Belgeselci Lutz Dammbeck, 1992 yapımı filmi Zeit der Götter’de (Tanrıların Çağı), tarihe ‘Hitler’in heykeltraşı’ olarak geçen Arno Breker ile ilgili araştırma yaparken Breker’in erken dönem eskizlerini görünce çok şaşırdığını anlatır. Çünkü, Hitler’in ‘Delikanlı, bundan sonra sadece benim için çalışacaksın’ dediği, pek çok ilerici sanatçının yapıtlarını ‘dejenere sanat’ olarak adlandıran Nazi iktidarının ‘anti-dejenere sanatçı’ olarak gösterdiği Breker’in bu eskizleri, faşistlerin ‘dejenere’ dediği estetikle üretilmiştir. Yani aslında tümüyle karşıt bir çizgiden yola çıkan Arno Breker, sanatını faşist ideolojiye teslim etmiş, ‘ari ırk’ın heykelcisine dönüşmüştür.

Bu ayın başlarında, Türkiye’nin yakın tarihine dair önemli bir kitap yayımlandı: Neofaşist Zamanlarda Sanat ve İktidar. (Berkin Korkmaz, BirGün Yayınları, Mayıs 2043, İstanbul). Bundan 30 yıl önce yaşanan tarihi Gezi Parkı Direnişi sırasında henüz bir ortaokul öğrencisi olan Berkin Korkmaz’ın hem kendi ilkgençlik dönemi deneyimlerinden, hem de akademik araştırmalardan yola çıkarak yayına hazırladığı kitapta, ‘sanatçının faşizmle imtihanı’na dair çok ilginç örnekler var. 

Berkin Korkmaz, kitapla ilgili şunları söylüyor: 

“Önümüzde 2002-2023 arası 21 yıl boyunca iktidarda kalmış, bunun son yarısını tam anlamıyla ‘tek adam faşizmi’ne çevirmiş bir AKP deneyimi var. Böyle bir politik yapılanmanın hayatın her alanını etkilemesi doğal. Ama beni asıl çarpan, o gün yandaş olan pek çok sanat ve kültür insanının aslında muhalif damardan geliyor olmasıydı. 

AKP’nin neo-liberal İslamcı çizgisi, ne kadar uğraşsa da sanatsal üretim konusunda belli bir düzeyin üstüne çıkamıyordu. Çünkü politik-dinsel düşüncenin çok katı sınırları vardı; belli oranda dinci olmalıydı, bolca milliyetçi olmalıydı, kesinlikle homofobik olmalıydı vs. Bu yüzden, özünde hiçbir sınır bulunmayan ‘sanat’ ile hiçbir zaman gerçek bir buluşma yaşayamadılar. Onlar da, o yıllarda yaptıkları pek çok usulsüzlük gibi, bir sürü imar yasasını çiğneyerek yaptıkları ‘kaçak saray’da (bugün, resmi olmayan adıyla Kültür-Sanat Gezisi olarak bilinen yapı) sanatın her alanından ünlü isimleri ağırlamaya başladılar. Bayramlarda, özel kahvaltılı toplantılarda, iftarlarda saraya giden bu kültür-sanat insanlarının bir kısmı zaten iktidar ilişkileri sayesinde zengin olmuş, hiçbir rengi olmayan, kabaca söylemek gerekirse ‘konduğu kabın şeklini alan kişiler’di. Ama başka bazı figürler vardı ki, o saraya yaranabilmek uğruna, içinden çıktıkları, onları o isimler haline getiren çok temel insani değerlere sırt çevirmişlerdi. Araştırmalar sırasında, bu kişilerden çoğunun 2002 öncesi dönemde AKP’nin savunduğu fikirlerin tam karşısında durmuş karakterler olduğunu gördüm. 

Bugün kimi ölmüş, kimi tamamen unutulmaya yüz tutmuş bu sinemacıların, tiyatrocuların, müzisyenlerin hiçbiri iyi anılmıyor. Hatta saha çalışmalarından çıkan sonuçlara göre, bu isimlerin çoğunu kimse bilmiyor bile! 

Örneğin Yılmaz Bingöl’ün eski şarkı ve türkülerini dinlettiğimiz gençlerin çoğu, bu ismi hiç duymamıştı. Ama bu yapıtları o kadar beğenmişlerdi ki, ısrarla albümleri nerede bulabileceklerini sorup durdular. Yılmaz Bingöl, saraya yaklaştıkça sanatından uzaklaşmış, artık albüm yapmaz hale gelmişti. Eskiden çok sevilen bir ifadeyle söylersek, onun ‘gönüllerde taht kurması’nı sağlayan albümlerin hepsi 1990larda, yani AKP öncesi dönemde yapılmıştı. Bugünse, bu albümleri yeniden basmayı düşünen yayıncı bile bulamazsınız. 

Bugün ‘neofaşist zamanlar’ şeklinde andığımız o uğursuz günlerde saraya gitme konusunda hiçbir tereddüt taşımayan isimlerden Yavuz Erdoğan da aynı şeyi yaşadı: Saraya yaklaştıkça sanatından uzaklaştı, tiyatro ve edebiyat alanındaki üretkenliğini şaşırtıcı bir hızla yitirdi. İlk dönem filmleri ve tiyatro çalışmalarıyla bugün nostaljik bir değer olarak varlığını sürdürüyor, ama onun dışında hiçbir değeri kalmadı.

***

Bu kitabı neden yazdığımı soranlar oluyor. Bazıları ‘Biz o günleri unutmak istiyoruz, sen hatırlatmaya çalışıyorsun.’ diyor. Bugün 50’li yaşlarında olan herkes, hayatının ilk 23 yılını AKP-RTE döneminde yaşadı. Ben de bunlardan biriyim. Annemle babamın sokakta gazdan etkilenen Gezi direnişçileri yüzlerini yıkasın diye Talcid ve sütle karışımlar hazırlamalarını endişeyle izlerken, adaşım olan bir çocuk polis tarafından öldürülüyordu. Dönemin diktatörü, polis şiddetiyle ilgili sorular hakkında konuşurken, gururla “Emri kim verdi diyorlar. Emri ben verdim, ben!” diyordu. Bir zamanlar o çocuklara güzel bir gelecek umuduyla ürün veren sanatçıların, sanki o çocuklar öldürülmemiş gibi saraya gitmeleri, karanlığı daha da derinleştiriyordu. 

Biz bunun nasıl travmatik bir şey olduğunu çok iyi biliyoruz ve tekrar yaşanmaması için deneyimlerimizi paylaşmaya çalışıyoruz. 2023’ten itibaren, sırf hukuk ve adalet sisteminin demokratik biçimde yeniden düzenlenmesi bile nereden baksanız ülkenin 8-10 yılına mal oldu. Bu kadar zamanımız var mı?! AKP’nin bugün küçük bir muhalefet partisi olması kimseyi yanıltmasın; faşizm hiçbir zaman ‘merhaba, ben geldim!’ diyerek gelmiyor.”

(Kaynak: BirGün Kitap, 8 Mayıs 2043, Sayı: 496)