Yazın güzelliğine bak
Madem ki başlıyorlar peş peşe, ben de o halde bugün, bu yazıda şöyle yapayım: Euro 2024’ü ve Olimpiyat Oyunları’nı; kişisel tarihimin dünya spor tarihine çarptığı bazı anılarımı anlatarak karşılayayım. Zira doğumuma maçtan çağrılan bir babayla, Macar milli takımını ezbere sayan bir annenin kızıyım. Spor olsun diye dünyaya getirilmiş olabilirim.
Unutulmaz bir olimpiyat olan 1976 Montreal Yaz Olimpiyatları vakitlerinde doğdum ben. Sıfır yaşında olduğum için Montreal’le ilgili pek bir anımın olmaması gerekiyor. Ve fakat bütün çocukluğum boyunca o olimpiyatlarda olup bitenlerle ilgili o kadar çok konuşuldu ki ailede, anlıyorum ki doğduğum o yaz, evde benimle pek ilgilenen olmamış. Bütün dünya gibi, bizimkilerin de gözü Montreal’i eşsiz kılan sporculardan biri olan Nadia Comaneci’deymiş.
Şöyle anlatırlardı: Olimpiyatların süre, skor ve puanlama gibi teknik işlerinden sorumlu Omega firması, Montreal için hazırlıklarını yaparken Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ne yeni bir teknik düzenleme önerisiyle gelmiş. Firma, oyunlarda kullanılacak olan skor tabelalarını mevcut üç basamaklı biçimiyle değil de dört basamaklı biçimde tasarlamayı önermiş. Ancak Komite, herhangi bir sporcunun 10:00’lık tam puan almasının imkânsız olduğunu söyleyince mevcut düzen devam etmiş. Oyunlarda kullanılacak skor tabelaları yine üç haneli sisteme göre hazırlanmış. Ancak oyunların ikinci gününde Nadia Comaneci adlı 14 yaşında, 39 kiloluk ufacık bir jimnastikçi asimetrik paralele çıkmış. Bütün dünyanın gözü önünde kusursuzluğun resmini çizmiş. Jüri üyeleri Nadia Comaneci’nin akıldışı performansını seyrettikten sonra; hayret, hayranlık ve biraz da çaresizlik içinde çakmışlar 10:00 tam puanı. Ancak jimnastik kamuoyu gibi, skor tabelası da buna hazır değilmiş. Hakemlerden biri ne yapacağını bilemez bir halde firma yöneticisinin yanına gitmiş ve 10:00 tam puanı nasıl vereceklerini sormuş. Yapacak pek de bir şey yokmuş, dünya jimnastik tarihinin seyrini değiştiren o kusursuz performans, tabelaya “1.0” olarak yansımış. 14 yaşındaki bir sporcu kelimenin gerçek anlamında skor tabelasını altüst etmiş. Jüri üyelerinin bugüne kadar hiç vermedikleri tam puanı tereddütsüz verdikleri Comaneci, aynı zamanda başka bir rekorun da sahibi olmuş: Olimpiyatlar tarihinin en genç şampiyon olan sporcusu. Montreal’den yedi tam puanın dördünü asimetrik paralelde, diğer üçünü denge aletinden almış. Bu üç altın demekmiş. Romanya milli takımıyla bir gümüş, yer hareketlerindeki performansıyla bir bronz madalya alarak, toplamda beş madalya boynunda tamamlamış oyunları. Ben, o günlerden bu güne tüm zamanların en büyük sporcularından biri olarak kabul edilen Nadia Comenaci’den, ailemden ilgi görmek için sporla ilgilenmem gerektiğini öğrendim.
1980 Moskova’ya geldiğimizde artık olimpiyat filan seyredecek, dört yaşında, koca bir kızdım. Döört döört. Anneannemin, Bahçelievler katliamının ardından tuttuğu yas henüz bitmemiş, ablam Ferdi Tayfur’un “Ben de özledim ben de” şarkısını henüz öğrenmemiş, ben neden Ankara'da değil de Maraş'ta yaşadığımızı hiç anlamamış, memleket henüz Eylül’ün on ikisini görmemişti. O sıkıntılı yaz, babamla Nurhak Dağları’nın eteklerine bakan lojmanda, televizyonun karşısında uzun günler ve geceler geçirdik. “Boykot”, “işgal”, “Afganistan” gibi şeyler duydum, hiç anlamadım. Ama adına spor dedikleri şeye o günler ve gecelerde âşık oldum. Steve Ovett ve Sebastian Coe ile o günlerde tanıştım mesela. Onlardan, üzerime zaman zaman çökebilecek deli kederlerini sporla biraz olsun dağıtabileceğimi öğrendim.
Sonra 1982 Dünya Kupası geldi. Babamla yine televizyon karşısında bir ay geçirdik. Futbol aşkım tam o günlerde, o abiyi gördüğümde başladı. Zarif bedeni, upuzun bacakları, deli deli dağılmış saçlarına taktığı bantla Socrates, futboldaki ilk kahramanım oldu. Zaten herkes ondan, futbolundan, topuk paslarından filan söz ediyordu. Babam da, o topu ayağına her aldığında bana “Bak bak, iyi bak şimdi!” diyordu. E ne olmuştu o zaman? O kupa neden onun kollarında yükselmemişti? Sonra Socrates’in “Futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha önemlidir!” cevabını duydum. O cevaptan çok şey öğrendim.
1984 Avrupa Futbol Şampiyonası geldi sonra. Tam kırk yıl önce bu zamanlar babamla televizyona yapışıp Michel Platini’yi izledik. Gözümüzü ondan alamıyorduk. Televizyonun karşısına mıhlanmış kalmıştık. Pek mıhlanmış da sayılmayız aslında zira Platini’yi izleyip izleyip, topu arkamıza alıp şöyle acık dönerek aşırtma vuruşla gol atma taklidi yapıyorduk. Platini olağanüstüydü. Akıldışıydı. Atılabilecek ve atılamayacak her biçimde gol atıyordu. O attıkça biz de babamla topa bir sağ ayağımızla, bir sol ayağımızla, bir durarak, bir mutfaktan koşarak, bazen uçarak filan vuruyorduk. Lüzumlu hallerde kafa atıyorduk. Platini gibi. Yalnız ben o penaltıyı kullanmasaydım iyiydi. Çünkü annem maçtan başını hafifçe bize çevirip “Yapmayın” dediydi, “Yapmayın. Bak, bir sakatlık çıkacak, evde şu topla oynamayın” Sonra “Bir şey yok telaşlanmayın” dediler hastaneden. “Gece uyutmayın, gözlemleyin, mide bulantısı filan olursa derhal geri gelin” dediler. Annem kolay yatışmadı. Penaltı atarken halının ayağımın altından kaymasıyla yere yapıştığım esnada kafamdan çıkan o sesten çok korkmuştu. Babamla ben derhal rahatladık. İkimiz de çok severdik; bir futbolu, bir hekimleri. Oldukça tatminkârdı bizim için hekimlerin “Telaşlanmayın ve uyumayın” özeti. Gece bir sürü maç vardı, e uyumayınca okula da gitmeyecektim. Şahaneydi. Öyle olmadı ama. Babam iki saat sonra “Sabah iş var” dedi gitti uyudu. Benim de feci uykum geldi, annem beni uyutmadı, kendisi de uyumadı. O gece Platini’den yârlar ve Bağdat gibi diyarla ilgili çok şey öğrendim.
1986 Dünya Kupası ve Maradona meselesine hiç girmiyorum. Çok yazdım aşkımızı. Akılla açıklanabilecek bir yanı da yok. Zaten Maradona’dan aşkla sevileni aklın terazisine vurmamayı öğrendim.
Kişisel tarihim Marita Koch’a filan çarptı benim. Carl Lewis’i, Edwin Moses’ı, Olga Nazarova’yı gördü. Dünya gözüyle Drazen Petrovic’i izlemiş bir kuşaktanım. Ecaterina Szabo, Jane Torvill- Christopher Dean, Butragueno, Boris Becker, Careca, John McEnroe, Sergei Bubka, Kristin Otto, Stefan Edberg, Paolo Maldini, Naim Süleymanoğlu, Valerios Leonidis, Katerina Witt, Gary Lineker, Ivan Lendl, Romario, Ekaterina Gordeeva-Sergei Grinkov, Martina Navratilova, Rudi Völler, Lotar Matthaus, Enzo Schifo, Natalia Bestemianova- Andrei Bukin, George Best, Roberto Baggio, Micheal Johnson, Pierre Littbarski, Gabriela Sabatini, Micheal Jordan, Zinedine Zidane, Haile Gebrselassie, Ayrton Senna, Arvydas Sabonis, Rinat Dasaev, Karl Malone, Andre Agassi, Magic Johnson, Steffi Graf, Larry Bird, Franz Beckenbauer, Toni Schumacher, Marco van Basten, Metin-Ali-Feyyaz, Michael, Schumacher, Alexei Yagudin, Hicham El Guerrouj, George Hagi, Fabio Cannavaro, Ronaldo, Micheal Pleps, Usain Bolt, Tyson Gay, Kobe Bryant, Ronaldinho, Wayne Rooney, Messi, Yelena Isinbeyeva, Roger Federer, Cristiano Ronaldo, Rafael Nadal, Buffon, Novak Djokovic, Neuer, Neymar, Ada Hegerberg, Alex Morgan, Kante, Hazard, Griezmann filan izledim. Spor çok şahane şey, onlardan öğrendim.
O vakit, bu duygularla Euro 2024’ü karşılıyor, şahane bir turnuva olmasını temenni ediyor, eşimden dostumdan maç saatlerine etkinlik koymamalarını rica ediyorum. Olimpiyat Oyunları’na da şimdiden mahsus selam ediyorum.