Yazmam için önce çıldırmam gerek
İstanbul’da doğmuş bir Rum olan Petros Markaris, Yunanistan sanatına çok değerli eserler kattı. Anadilinde yazı yazmak için Yunaistan’a taşınan Markaris “Yazı yazabilmem için önce toplumda beni çıldırtacak bir şey olmalı” diyor.
Buse İlkin Yerli
Petros Markaris Yunanistan tiyatrosuna, sinemasına ve edebiyatına çok sayıda eserler bırakmış çok değerli bir isim. Kendisi 1937 Heybeliada doğumlu. 27 yaşında anadilinde yazılar yazmak için Atina’ya taşınıyor ve o zamandan beri orada. Kendi sözleriyle, Yunanistan’a taşındığında Almancası Yunancasından daha iyi…
Alman tiyatro yazarı Bertolt Brecht’in eserlerini Yunancaya çevirerek başlıyor yazı serüvenine. Bu sayede dünyaca ünlü yönetmen Theodoros Angelopulos ile tanışıyor ve birçok filminde senaristliğini üstleniyor. 57 yaşındaysa ilk polisiye romanını çıkarıyor. Petros Markaris ile İstanbul’dan Atina’ya hayat serüvenini konuştuk.
Yunanistan’daki ekonomik kriz, sıkça kitaplarınızda yer buluyor. 2007’de başlayıp uzun yıllar yankılarını sürdüren bu kriz sizi ve yazılarınızı nasıl etkiledi?
Ben bir roman yazmaya başlamadan önce toplumda, politikada ya da ekonomide beni çıldırtacak bir olayın ortaya çıkması gerekiyor. Çıldırınca diyorum ki, artık kendime gelmem lazım. Bu süreçte bir kurgu yaratıyorum, bir roman tasarlıyorum. Olayın sonuna vardığımda ise bu olayın sonuçlarını, tepkilerini anlamaya çalışıyorum. Böylece bir yandan da kendimi anlamlandırıyorum.
HEYBELİADA’NIN YALNIZLIĞI BENİ YAZARLIĞA BAŞLATTI
Çokdilli bir yazarsınız. Türkiye’den ayrıldığınızda Türkçe, Rumca ve Almanca bildiğinizi söylemiştiniz. Farklı diller bilmek, farklı kültürlere aşina olmak yazarlığınıza neler kattı?
Yazarlık hayatımın başlangıcı Heybeliada’nın kış yalnızlığıdır. Ortaokula başlayınca babam beni İstanbul Avusturya Lisesi’ne yazdırdı. Sabah 06:45 vapuruyla İstanbul’a gidip, akşam 16:15’te yalnızlığa dönüyordum. Bu yalnızlık, cumartesi ve pazar günleri çekilmez hale geliyordu.
Bir gün İstiklal Caddesi’nde yürürken bir kitabevine girdim. Bir iki roman seçtim. Adaya dönüp okumaya başladım. Bu, edebiyatla ilişkimde başlangıç oldu. O günden sonra sürekli edebiyat okudum. Oktay Rıfat’ın şiirlerini hâlâ okurum. Edebiyat beni her adımla, her roman ve şiirle daha derin bir dünyaya götürdü.
1955 yılında adadan İstanbul’a taşındık. Kışları İstanbul’da geçirmeye başladık ve burada sadece kitapları değil, edebiyat ve tiyatro dünyasını tanıdım. Çünkü aslında edebiyata tiyatro çevirmenliğiyle başladım. Tiyatroya çevirmen olarak girdim. Tiyatroya olan ilgim ve çeviri çalışmalarım, Yunanistan’a 1964’te taşındığımda da bana çok faydalı oldu. Çünkü o dönemde Yunanistan’da Almanca tiyatro çevirmeni çok azdı ve olanlar da yeterince iyi değildi. Bu yüzden tiyatro alanında iş bulmam ve tanınmam daha kolay oldu.
Türkiye’den ayrılmak kimliğiniz üzerinde nasıl bir etki yarattı?
Türkiye’den ayrılmamın asıl sebebi, anadilimde yazma isteğimdi. Anadilim Rumcaydı, yani Yunanca. Yunanistan’a yerleştiğimde Almancam, Yunancamdan daha iyiydi. Ama ısrarla anadilimde yazmaya devam ettim. Bu süreçte hem Almancamı geliştirdim hem de Yunancamı zenginleştirdim. Bu, yazma kalitemi de yükseltti. İlk tiyatro oyunlarımı yazdım ve yazarlık kariyerime böyle başladım.
Türkiye’de de bazı yazarlar sizin gibi karakterler yaratıyor. Ahmet Ümit’in Başkomiser Nevzat’ı bu konuda bir örnek… Sizin etkilendiğiniz yazarlar ya da karakterler oldu mu?
Beni en çok etkileyen yazar Brecht’tir. Onun mesafe tekniği beni çok etkiledi. Yazarken duygusal tepkilerimden uzaklaşmayı ve olaylara dışarıdan bakmayı öğrendim. Bu teknik, yazarlık kariyerimde bana çok yardımcı oldu.
Bir diğer etkileyici yazar da Manuel Vázquez Montalbán’dır. Özellikle sinema ve edebiyat arasındaki bağları anlamamda yardımcı oldu. Bertolt Brecht çevirmeniz sizin üzerinizde nasıl bir etki bıraktı?
Brecht’in tiyatro oyunlarını, bir şiir kitabını ve bir kısa öykü kitabını Yunancaya çevirdim. Brecht’in eserleri, özellikle askerî diktatörlük döneminde Yunanistan’da çok oynandı. Bu oyunlar sadece tiyatro sahnesinde değil, benim yazarlığım üzerinde de etkili oldu. Epik tiyatro kuramını ve sistemini kendi oyunlarıma aktardım.
İtalyan polisiye yazarı Andrea Camilleri ile ilginç bir paralellik kuruyorsunuz…
İkimiz de tiyatrodan başladık: O yönetmendi, ben çevirmen. İkimiz de 50’li yaşlarda polisiye yazmaya başladık. O 53 yaşındaydı, ben 57. Ayrıca Camilleri her iki gözünü kaybetti, ben ise bir gözümü kaybettim. Şimdi onun romanlarını dizi yapan İtalyan yapım şirketi, benim romanlarımı da diziye uyarlıyor. Daha fazla paralellik olamaz sanırım.
ANGELOPULOS İLE FİKİR AYRILIĞINA GİRDİK
Theodoros Angelopulos hem yakın arkadaşınızdı hem birçok filmi birlikte yazdınız… İşbirliğinizden bahseder misiniz?
Angelopulos ile işbirliğimiz bir tesadüf sonucu başladı. İlk oyunum sahnelendiğinde Angelopulos bir gece oyunu izlemeye geldi. O akşam tesadüfen oradaydım ve tanıştık. Bana “Birlikte çalışmak ister misin?” dedi. Tabii ki kabul ettim. İlk senaryodan itibaren işbirliğimiz başladı ve yıllarca devam etti. Her konuda hemfikir değildik ama bu işbirliği yazarlık kariyerim için çok değerliydi.
Her zaman aynı fikirde olmadığımız durumlar oluyordu. Böyle zamanlarda, bir çıkmaza girdiğimde ona, "Eminim ki bir çözüm bulacaksın, bekleyeceğim" der ve teması keserdim. Bir hafta sonra sabah saat yedide telefon çalardı. Annem yatak odasından, “Angelopulos” diye bağırırdı. Gerçekten de arayan hep o olurdu. Angelopulos “Hâlâ seninle aynı fikirde değilim, ama yeni bir fikrim var” derdi. Bu tür zorlu süreçleri hep aşmayı başardık ve Angelopulos’un bu yaklaşımını asla unutmayacağım.
O bana kızdığı zaman, “Yıllardır bu kadar yakın arkadaşız, birlikte bu kadar senaryo yazdık, ama sinema hakkında benden hiçbir şey öğrenmedin” derdi. Son konuşmamızı Ceneviz Üniversitesi Yunan Dili ve Edebiyatı Fakültesi'nde yaptık. Orada seyircilere, “Eğer romanlarımı dikkatle okursanız, bölümlerimin edebiyat anlamında bölümler olmadığını, sinema tekniği açısından birer sahne olduğunu göreceksiniz” dedim. Bu tekniği Angelopulos’tan öğrendim.
Kostas Haritas, sizin en bilinen karakteriniz. Bu karakteri yaratırken esinlendiğiniz olaylar oldu mu?
Evet. Özellikle Eskiden, Çok Eskiden romanı, kişisel anılarım üzerine kuruludur. Ancak anılarım, yazdığım kurguyu her zaman altüst ediyordu. Bu durum beni çok zorladı. Ta ki bir gün bizi büyüten Maria Hambo’yu hatırlayana kadar. Maria Hambo, bizimle hizmetçi olarak çalışmaya başlamıştı, ama ailemizin bir parçası olmuştu. Annem, Atina’ya taşındıktan sonra Maria Hambo’yu yanımıza almak istedi. Ancak babam başlangıçta buna karşı çıktı. Sonunda Maria, İstanbul Balıklı Rum Hastanesi Yaşlılarevi’nde bir oda buldu ve orada yaşamaya başladı. Ancak o odada mutsuzdu ve orada vefat etti. Annem, bu durumu hiçbir zaman kendine affetmedi.
Maria Hambo’nun gerçek hayatı, romanlarımda anlattığım olayların büyük bir kısmını oluşturur. Böylece onun anısını yaşatmayı başardım.
Sizden yeni projeler görecek miyiz?
Evet, yeni romanlarım çıkacak. Biri kadın cinayetleri üzerine, diğeri ise gençler ve şiddet üzerine. Çok farklı temaları ele alıyorum. Umarım okuyucular beğenir.