Google Play Store
App Store

Ülkede son günlerde yaşananlar insanın aklına Marx’ın “Tarihte bazen yirmi yılda bir gün, bazen de bir günde yirmi yıl geçer” sözünü getiriyor. Marx bunu elbette farklı bir bağlamda söylemişti ama bugün memlekette konuşulanlara bakınca “sanki üç ay önce başka bir yerde yaşıyorduk” diye düşünmemek elde değil.

Her şey Bahçeli’nin hiç beklenmedik tokalaşma hamlesiyle başladı. Cumhur İttifakı’nın kurulduğu ilk andan bu yana muhalefeti PKK ve “terör yandaşlığı” üzerinden hedef alan akıl, daha sonra işi Öcalan’a Meclis’te konuşma teklif etmeye kadar vardırdı. Ayrıca Öcalan’a tecrit uygulandığı da ifade edildi. İktidarın, söylem skalasının bir ucundan diğer ucuna bu kadar hızlı geçmesi hayli şaşırtıcıydı.

Bundan bir gün sonra ise uzun süredir suskun olan PKK, TUSAŞ’a saldırdı. Suriye’den ülkeye girdikleri tespit edilen iki örgüt mensubu beş kişiyi öldürdü. Olayın zamanlaması manidardı ve haliyle saldırının Bahçeli’nin çağrısına cevap olup olmadığı sorusu gündeme geldi.

PKK, saldırıyı sahiplendiği açıklamasında, “saldırının son günlerde yaşanan siyasi gelişmelerle ilgisinin olmadığını” söyledi. Örgütün dün servis edilen bu açıklamasında Öcalan’dan kamuoyuna yansıyan mesaja da değinilerek bunun “dikkate alınması gereken ve ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durum” olduğu belirtildi. Böylece Kandil’in süreci önemsediğini ve ciddiye aldığını anlayabildik.

Öcalan’ın bahsi geçen mesajı, yeğeni ve DEM Parti Milletvekili Ömer Öcalan ile yaptığı görüşmeyle kamuoyuna yansımıştı. Ki Öcalan ile 43 ay sonra yapılan bu görüşmenin TUSAŞ saldırısıyla aynı gün gerçekleştiği, Ömer Öcalan’ın 24 Ekim tarihli sosyal medya paylaşımından öğrenildi. Ömer Öcalan, görüşmeye ilişkin ikinci paylaşımında ise Öcalan’ın, “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” şeklindeki sözlerini aktardı. PKK’nin olumlu referansla andığı mesaj da işte buydu.

Şimdi doğal olarak herkes şaşkın ve sürecin nereye gidebileceği konusunda merak içinde. İktidarın 180 derecelik dönüşünün sebepleri üzerine ise farklı senaryolar dillendiriliyor. Bunlardan hangisinin geçerli olduğunu zaman gösterecek ama kesin olan şey şu ki rejim, birbirinin tersi gibi görünen taktiklerin tümünü aynı hedef için sahaya sürüyor.

Yani “anti-terör” hattı etrafında şekillendirilen siyaset de bugün Öcalan’a Meclis yolunu açmayı vadeden yaklaşım da esasında aynı çantanın içinden çıkıyor. İkisi de bir bütünün çelişkili gibi duran ancak özünde ahenkle hareket eden parçaları. Daha da netleştirelim: Rejimin tek amacı, tüm gerici ve baskıcı unsurlarıyla mümkün olduğu kadar uzun süre ayakta kalabilmek. Bunun için de deneyebileceği her şeyi deniyor. Meseleye buradan bakınca karmaşık gibi görünen tablo bir anda berraklaşıyor.

Bundan sonra neler olacağını herkes günü geldiğinde öğrenecek. Çünkü kapalı devre bir siyaset yürürlükte. Sadece şurası net, hükümet Öcalan merkezli bir süreç izlemek istiyor. “Açılım” ya da “süreç” denen, Öcalan üzerinden yeni bir siyasi denklem kurma çabasından ibaret. Kandil de “taktik oyunlara gelmeyeceğini” söyleyip baş müzakerecinin Öcalan olduğuna işaret ediyor fakat Öcalan’ın hükümetin talep ettiklerine ne oranda yaklaşacağını ne onlar ne de bir başkası biliyor.

“Süreç” deyip geçtiğimiz zaman dilimi gerek ismi gerekse de içeriğiyle bilinmezlerle dolu. Taraflar arasında birtakım görüşmeler yürütüldüğü kesin ama hangi başlıkların konuşulduğu ve atılacak pratik adımların ne olacağı tam bir muamma. Toplum, piyango çekilişi bekler gibi siyasilerin grup toplantılarında yapacağı konuşmaları bekliyor. Ülkenin demokrasiye ne kadar uzak olduğunun en bariz göstergesi de bu.

Böyle bir “demokrasinin” ya da “demokratikleşme” beklentisinin sonucu olarak, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve sosyal çöküşün sorumlusu olmasına rağmen rejim, etrafındaki her şeyi kendi ekseni etrafında döndürebiliyor. Yıldırıcı bir muhalefetle karşılaşmayan muktedirler, bir taraftan “umut hakkı” kavramını gündeme getirecek kadar “hukuk abidesi” oluveriyor, diğer taraftan ise AİHM kararlarını bile tanımayarak, AYM’nin kapatılmasının bayraktarlığını yaparak tarihte eşine az rastlanır bir intikamcılık sergiliyor.

Toplum susturulacak, özgürlükler askıya alınacak, işçi grevleri yasaklanacak, milyonlar sefalet ücretine mahkûm edilecek, sokak röportajlarında söyledikleri yüzünden insanlar tutuklanacak, Tayfun Kahraman, Osman Kavala, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Selahattin Demirtaş ve Can Atalay içeride kalacak ama Öcalan'ın önündeki engeller kaldırılırsa, bu Türkiye’de demokrasinin gelişmesi, ülkeye barış ve huzurun gelmesi için yeterli olacak... Hükümet toplumu, özellikle de muhalif kesimleri bu anlatıya inandırmaya çalışıyor.

AKP-MHP iktidarı, kendi ihtiyacı kadar hukuk, demokrasi ve özgürlük vadediyor. Erdoğan şimdilik Bahçeli’nin sürpriz çıkışının nasıl yankılandığını izliyor, kurulmakta olan yeni sahneyi uzaktan gözlemliyor. Buradan bir bütün olarak Türkiye halkının menfaatine bir momentumun gelişmesi düzenin mevcut karakteri nedeniyle olanaksız. Eğer bu sahneye çıkılırsa, muhtemel ki dans sona erdiğinde ayakta kalabilen sadece Erdoğan ve onun ortakları olacak.