Yeni bir toplumsal birlik arayışı içinde Meclis’in açılışı
Fatma Eda ÇELİK
1920 yılının 23 Nisan’ında, Anadolu’da, İstanbul’daki Padişah’tan ve onun kabinesi İstanbul Hükümeti’nden ayrı bir Meclis toplamak büyük bir cüret göstergesiydi. Osmanlı Anayasasına göre, yasama meclisi olan Meclis-i Mebusan, başkent İstanbul’dan başka bir yerde toplanamazdı.
Bu, Meclis-i Âyân’la birlikte oluşturduğu Meclis-i Umumî’nin kuruluşuna ve yasama-yürütme bağlaşıklığı açısından Saray ve Hükümet’ten ayrı nihai kararın verilemeyeceği ilkesine aykırıydı.
Nitekim Sivas Kongresi’nde alınan ve İstanbul Hükümeti’ne dayatılan Meclis’in vakit kaybetmeksizin toplanması kararı, bu gerekçeyle, 12 Ocak 1920’de son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının İstanbul’da toplanmasıyla hayata geçirilmişti. İçindeki en güçlü grup Rauf Bey’in (Orbay) başında olduğu Felâh-ı Vatan Grubu olan ve Misâk-ı Millî kararını alan bu Meclis, Osmanlı hukuki düzeninin çizdiği çerçeveye sadık kalmıştı. Bundan sadece dört ay sonra, Meclis, bu sefer Anadolu’da toplanıyordu. Bu kararın alınmasında, 16 Mart 1920 tarihinde İtilaf Devletlerince İstanbul’un resmen işgal edilmiş ve Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmış olmasının etkisi açıktı. Ama bu karar, salt işgal kuvvetlerine karşı konumlanarak değil; aynı zamanda Saray ve Hükümeti’ne karşı da konumlanarak alınmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın başkanı olduğu Sivas Kongresi Heyet-i Temsiliyesi, daha önce Teşkilât Nizamnâmesi’nin (Yönetmelik) 5. maddesiyle aldığı, “geçici bir hükümet” kurma kararını hayata geçirmek için ilk adımı atıyor; Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erdiğini ve İstanbul’daki Hükümet’le iletişimini kestiklerini duyuruyordu. Meclis, bu kararı takiben toplanacak ve İstanbul’dan bağımsız bir karar organı oluşturacaktı.
Bu kararın, kuruluş tarihlerinden ve bu kuruluşa öncülük eden kişilerden öte bir önemi olduğunu anlayabilmek için biraz daha başa sarmak ve hikâyeyi daha ötelerden başlatmak gerekir. Eğer tarihi kısa film gibi değil de, uzun metrajlı bir film gibi görürsek, 1920 yılında Anadolu’da bir Meclis toplanmasına şaşırmayız; ama aynı zamanda onun ne kadar çetin bir mücadelenin ürünü ve radikal bir kopuş olduğunu anlarız. 23 Nisan 1920 günü, Büyük Millet Meclisi’nin açılması, yüzyıldan fazla sürmüş mücadelelerin ürünüdür. Arkasında yeni bir toplum yaratma arayışlarının düşünsel ve kurumsal mirası vardır.
Bizde, bu miras hep tek boyutlu algılanmıştır. Osmanlı İstanbul’unun simgelediği şeyler tek bir kişiyle, padişahla özdeşleştiği için bu böyledir. Osmanlı “mülk”ünün tek sahibi “kadir-i mutlak” padişah imajı diğer her şeyin üstünü örtmüştür. Ankara-İstanbul, Büyük Millet Meclisi-Saltanat, Mustafa Kemal-Vahdettin ikilikleri bu algıyı kuvvetlendirir. Oysa Osmanlı Padişahı ve onda cisimleşen “kişisel iktidar”, gücünü kendi kendisinden veya bir hanedandan almaz. Osmanlı Padişahı, farklı biçimler almış olmakla birlikte yüzyıllarca süren “kişisel tabiiyet ilişkileri”nin merkezinde durduğu ve onların “dolaylı (kolektif) sömürü ve tahakküm” mekanizmalarının başı ve garantörü olduğu için bir “kişisel iktidar”a sahiptir. Dil, bu gerçeği içinde saklar. Fransızcadan Türkçeye geçmiş 5.000’e yakın kelimenin yanında, Türkçeden Fransızcaya geçmiş tek tük birkaç kelimeden birinin “paşa” olması ve ondan türetilmiş “paşa gibi yaşamak” deyiminin kullanılması bunu gösterir. Ünü ve gücü, Osmanlı sınırlarını aşan, “paşa”dır. Kişisel tabiiyet ilişkilerinin kilit figürü ve unvan olarak yüzyıllara direnmiş “paşa”sı. Ulema onu takip eder. Osmanlı’yı betimleme dilimize yansımış vezirler, âyânlar, derebeyleri, beyler ve ağalar, bu kişisel tabiiyet ilişkilerinin, toplumun nasıl kılcal damarlarına kadar nüfus etmiş ve toplumu bir ağ gibi sarmış olduğunu gösterir. Hâssları, zeâmetleri, mukataaları, mâlikâneleri, çiftlikleri, vakıfları vardır. Onların yanına “kapı”lanılır; onların çiftliklerinde ortakçı, yarıcı, ırgat olunur.
Miras burada saklıdır. Siyasal zor (kılıç, makam, vergi-iltizam) yoluyla kurulan kişisel tabiiyet ilişkilerinin yönetsel ve ekonomik gücü karşısında konumlanma 19. yüzyıl boyunca verilen mücadelelerle bir gelenek yaratmıştır.
19. yüzyılın başında, ilk resmî gazete olan Takvîm-i Vekayi’de, o güne kadar hiç görülmemiş bir kavram ortaya çıkar: “tebaa” (Türesay, 2021). O zamana kadar, geniş halk kitleleri için, mali ve idari ayrıcalıklarıyla toplumdan ayrılan “askerî sınıf” adı verilen zümrenin dışında kalanları anlatmak için kullanılan ve bire bir çevirisiyle “sürü” anlamına gelen “reâyâ” dışında bir sözcük kullanılmamaktadır. Siyasal zor yoluyla toplumsal artığa el koyan, askerî, idari, adli makamları elinde bulundurarak Osmanlı “mülk”ünü yöneten ama vergiden muaf olan toplumsal kesim tanımlanmış; ancak geniş halk kitleleri kendilerine “reâyâ” dışında ad bulamamışlardır. İlk defa “tebaa” sözcüğü ile toplum kendine zümreler dışında bir ad bulacaktır. Tebaa, tekil bir birey olarak, başka hiçbir kişiye değil, ama sadece sultana bağlı, aynı anlama gelmek üzere Devlet-i Âliyye’nin tâbi’si bir siyasal toplumu tanımlamak için kullanılır (Türesay, 2021: s. 190-197). Askerî sınıf dışında ilk kez, toplum, bireylerden oluşan ve bir siyasal toplumun parçası olarak birbirine bağlı bir varlık kazanır. Modern anlamdaki bu yeni birlik, siyasi-askeri yükümlülük ve imtiyazlardan; lonca, aşiret ve diğer tüm topluluk ayrıcalıklarından özgürleşme potansiyeli taşır (Tezcan, 2010: s. 1-13, 191-226).
Bu modern siyasi birlik anlayışı, yeni bir toplumsal birlik arayışını içinde barındırır. Toplumu tanır; bireysel, siyasal ve ekonomik hakları olduğunu öngörür. 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1869 Osmanlı Tabiiyet (Vatandaşlık) Kanunu ve 1876 Kanun-ı Esasi, tebaayı gözeterek, Padişah dahil, tüm siyasi alanı hukuki bir sınır içine çekmeye çalışır. Bunu, imparatorluk düzeyindeki birliği ifade etmek için kullanılan, bir Osmanlı tebaası ve Osmanlı yurttaşını temel alan “Osmanlılık” düşüncesi izler. Bu siyasal-toplumsal birlik arayışı, merkezî ve yerel meclisler kanalıyla yönetime katılım mekanizmalarının yaratılmasıyla birlikte ilerler.
Toplumun kendine bir ad bulma sürecinin, resmî dokümanlar üzerinden yaşanmış olması ise, bizi aldatmamalıdır. Bu, alttan alta kaynamaya ve hak talep etmeye başlamış bir toplumun siyasi alan da dahil kendine yer arayış mücadelesidir. Âyânlar, vezir ve paşalar gibi siyasal ayrıcalıkları olmadığı ve sırf bu yüzden artığı bölüşmek zorunda kalmak istemedikleri için isyan etmişlerdir. 1821 Yunan İsyanı’ndan sonra, Balkanlar başta olmak üzere birçok topluluk, ulusal bağımsızlık isteyerek isyan etmiştir. Birçok farklı etno-dinsel topluluğu içinde barındıran bir imparatorluk için, toplumsal birlik bu alanda da haklar demektir. Köylüler, toprak için veya üstlerindeki vergi yükünü azaltmak için isyan etmektedir.
Tüm bu isyan-hak mücadelesi ekseninde geçen bir yüzyıla ve toplumsal yapının çiftlikleşme-kapitalistleşme ekseninde köklü dönüşümüne rağmen, siyasal birikim ayrıcalıklarına sahip kesimlerin gücüne son verilememiştir. Dahası, bir tarım ülkesi olan ve toplumsal artığın aslen topraktan çekilmeye devam ettiği Osmanlı’da, kapitalistleşmekte olan büyük çiftlik sahipleri, mültezimler, sarraflar, tefeciler ve tüccarların iç içe geçen yapısı, bu ayrıcalıklardan beslenmiş ve her alanda siyasal imtiyazların devam etmesine neden olmuştur (Kaya, 2021).
1908 yılında yaygın toplumsal hareketler ve büyük umutlarla kazanılmış siyasal katılım hakkı da, bu nedenle, Meşruti Monarşi’yle sınırlı kalmıştır. İşte, 23 Nisan 1920’de Meclis’in, “Türkiye Büyük Millet Meclisi” gibi yeni ve kendi üstünde başka bir otorite tanımadığını ifade eden bir ad alarak ve Padişah, Saray, Meclis-i Âyân ve Heyet-i Vükelâ’yı (Hükümet) geride bırakarak toplanması, iktidarlarını kişisel-siyasal ayrıcalıklarından alan tüm tabakalar karşısında yeni bir konumlanmayı beraberinde getirmiştir. Bu yeni konumlanma, içinde farklı sınıf ve tabakalar barındırmakla birlikte, belirli tabakaları özel olarak dışarıda bıraktığı için, tarihsel bir kopuş yaratmıştır. Bu nedenle, bu tarihten itibaren yeni toplumsal birliği tanımlamak için “halk” ve “millet” kelimelerinin kullanılmaya başladığını görürüz (Şahinkaya, 2022). Meclis, birçok farklı halkçılık ve milliyetçilik düşüncesini de bir araya getirir. Ve kendini sadece yasama gücüyle sınırlı tutmaz; iktidarı tümüyle, yani, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin hepsiyle birlikte ele alır.
23 Nisan’da Meclis’in Anadolu’da toplanmasını bir yüzyıllık uzun bir mücadele mirası mümkün kılmıştır. O da bu mirası, bir adım öteye, ama büyük bir adım öteye; Cumhuriyet’e taşıyacaktır. Tarih, o andan itibaren, artık eskinin değil, bu yeni toplumun çelişki ve çatışmaları üzerinden ilerleyecektir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Akın, R. (2022). Türkiye’nin Siyasal Gelişmeleri (1876-1923). İstanbul: Nora Kitap.
Çelik, F. E. (2022). Kişisel İktidardan Millet Meclisine: Saltanattan Cumhuriyete. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Kaya, A. Y. (2021). Balkanlar ve Batı Anadolu’da İlk Birikimin Gelişimi (1839-1914). Devrimci Marksizm. 45-46. 11-66.
Keskin, N. E. (Ed.). (2012). Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1928. Cilt I. Türkiye Cumhuriyeti İdare Tarihi Araştırması (TİDATA). AÜ SBF KAYAUM. Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları.
Şahinkaya, S. (2022). Devrime Doğru İlk Adım – Mustafa Kemal Paşa’nın Halkçılık Programı (13 Eylül 1920). Ankara: Telgraf Yayınları.
Tezcan, B. (2010). The Second Ottoman Empire: Political and Social Transformation in the Early Modern World. Cambridge Studies in Islamic Civilation. New York: Cambridge University Press.
Türesay, Ö. (2021). Un Nouveau Type de Sujets Ottomans: L’Apparition des tebaa au début du XIXe siècle. Y. Lignereux, A. Messaoudi, A. Peters-Custot ve J. Wilgaux (Ed.), Etno-géopolitique des Empires – de l’Antiquité au Monde Contemporain. Rennes: Presses Universitaires de Rennes. 181-202.