Google Play Store
App Store

Yaşanan bütün baskı ve kuşatmaya karşılık, toplum da yargı da içine sıkıştığı labirentin çıkış yolunu bilmektedir. İçinde bulunduğumuz çağ, benzer efsanenin terki için yüzyıl kan dökmeyi gerektirmeyecek kadar bilgi ve iletişime açık bir çağdır.

Yeni cadılar, yurttaşlar ve Yargıçlar Sendikası

Beyhan Güler - Yargıç / Yargıçlar Sendikası Başkanı

Savaşları, veba salgınları, sefaleti, açlığı, vahşiliği ile orta çağ acımasız ve sert bir çağdır. Kilisenin yeni bir düzen kurmak amacıyla egemenliğini sağlamlaştırmak istemesi, eski uygarlığın bilgini olarak tanımlanan büyücülerin cadıya dönüşmesine neden olmuştu. Artık o, şeytanın bir aracısı, bir uşağıdır. Can Dündar’ın ifadeleriyle “Güçlü ulusal krallıkların ortaya çıktığı, kilisenin mutlak otoritesinin tehdit altına girdiği bir kargaşa döneminde yoksulluk ve isyan büyüyordu. Protestolar baş göstermişti. İnsanlar mesih yolu gözlemeye başlamıştı. Tam bu aşamada cadı efsanesi ortaya atıldı. Cadı, bütün kötülüklerin simgesi haline getirildi. Dönemin egemenleri, büyük yoksulluk içindeki halk kitlelerine aradıkları düşmanı sunmuştu. Yoksulluk, prenslerin ya da papanın değil, cadıların ve şeytanların yüzündendi. Kilise ve devlet kol kola hayalî bir düşman yaratmışlar ve kendi suçlarını gizleyebilmek için kanlı bir kampanya hazırlamışlardı. Aklını bu iblislerin faaliyetine takan yoksul kitleler, kokuşmuş rahipler ya da açgözlü yöneticiler yerine, şeytanı ve cadıları suçluyorlardı. Böylece kilise ve devlet sadece temize çıkmış olmuyor aynı zamanda vazgeçilmez hale geliyordu. Çünkü cadılığa karşı insanlığın koruyucusu onlardı. Bu çılgınlık sonunda toplumun muhalefet potansiyelini yok etti. Herkes birbirini ihbar etmeye ve cadılıkla suçlamaya başladı. Düş kırıklığı öfkeye dönüştü ve linç törenleri yayıldı. Sabahı görmek cadı diye bir şey olmadığını anlamak için yüzyıl boyunca canavarca kan döktü Avrupa...”

Dönemin yargıçları ise bir ellerinde Cadı Çekici kitabı diğer ellerinde papanın buyruğu ile şölenler eşliğinde tüm maliyeti sanıktan tahsil edilen yargılama, işkence ve infaz süreçleri ile kitle cinayetlerinin ve hırsızlığın kurumsallaşmasına hizmet etmekteydi.

İnsanlığın geri çağrılamaz biçimde tarihin karanlık dehlizlerine gönderdiği efsanelerin, masallarda kaldığını sanırız çoğu kez. Oysa tarih, bu efsanelerin imgesel yeniden doğuşlarına tanıklık eden pek çok olayı kayıt altına almıştır. Fransız tarihçi Michelet, Cadı adlı eserinde, “cadı hangi dönemde doğuyor, sorusuna, ben umutsuzluk döneminde bu normal, diye cevap veririm” der. Umutsuzluğun zirvede olduğu, iktidar sahiplerinin egemenliğini perçinleme ihtiyacının yükseldiği her dönem, yeni cadıların var edildiği dönemler olmuştur.

Modernite sonrası otoriter rejimin egemen olduğu toplumlarda sanatçılar, yazarlar, siyasi iktidar ile aynı düşünceleri paylaşmayan siyasetçi, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri vb yeni cadılar oldu. Düşünce ve ifade özgürlüğü engelleri, yaygınlaşan eğitimsizlik ve giderek derinleşen yoksulluğun, bu rejime maruz kalan kişiler üzerinde yarattığı dejenerasyon, toplumsal düşüşün en büyük habercisiydi. Yakın geçmişten farklı olarak bu dönem, yeni cadılar ile mücadele ve onları toplumdan tecrit etme çabasının yanı sıra bu dönem baskıcı rejimlerin, iktidarını güçlendirmek adına, doğan legal ekonomik varlığı destekçileri ile paylaşması hatta onlara illegal de olsa nemalanacak yeni ekonomik değerler yaratması gerekiyordu. Böylelikle toplumu yanına alıp cadılarla mücadele eden iktidar sahipleri, ardına sakladığı, yönetim kademelerine yerleştirdiği kemirgen tayfaya kaynak yaratıyordu.

Tam da içinden geçtiğimiz süreçte toplum kesimlerini eleştirirken dikkate alınması gereken iki önemli husus aslında doğru hedefin tespiti için son derece önemlidir. Her gün farklı bir vahşete tanık olup, farklı çıkar gruplarının kan donduran eylemleri ile yüzleşiyoruz. Her gün bu toplumda yaşayan insanların ne zaman bu kadar kötü insanlara dönüştüğünü soruyoruz. Sıkı otorite altında bulunmak, kişiyi salt fiziksel yaşamının ihtiyaç ve ihtiraslarını karşılamaya ittiği gibi diğerini düşünmek, diğerinin sorumluluğunu almak gibi erdemli davranışlardan ya da ahlaki düşünüş biçiminden uzaklaştırır. “Doğamızda mevcut ama kaybettiğimiz bir eşitlik, ahlak ya da hukuk yoktur. Ahlaki, dini, hukuki ilişki biçimlerimiz daha ileri giderek sevme gibi bütün ilişki biçimlerimiz, paylaşma ve ortaklık ilişkileri, eşitsizlik ve bunun doğal sonucu olarak da güç ilişkileri sonucunda karşımıza çıkar” (Engin Topuzkanamış, Kapuçin Maymunları Neden Salatalık Sevmez). Dolayısıyla bir dengeye borçlu olduğumuz değerlerin, toplumca, güçten yana feda edilmesinde en son sorumlu tutulacak kesimin eğitimsizlik ve yoksulluğa maruz bırakılan kesim olduğunu söylemek mümkündür.

Toplumu refaha kavuşmak açısından aynı çıkar yumağı ile birlikte hareket etme ve diğerinden önce kendi çıkarını gözetme, ahlaki hiçbir ölçüt tanımayan bir bencillik ve vasatlık ile karşı karşıya bırakan egemen, kendi iktidarını tekrar tekrar var eden bir kitleyi de yaratmıştır. Güçler ayrılığının olmadığı, yargının yürütme eksenli bir zeminde yürüdüğü günümüzde, yargıcın, bir elinde Cadı Çekici kitabı, diğer elinde ferman ile iş gördüğünü söyleyebiliriz. Bağımsız yargı hakkının görmezden gelindiği, yargı bağımsızlığı ilkesinin siyasal iktidar tarafından ihlal edildiği ortamda yargının da anayasal görevini ifa yerine kendisine ve hukuka istenilen şekli verme çabasında olduğu görülmektedir. Dengenin, çubuğun iki yönüyle de bozulduğu böylesi bir dönemde dahi yargının, siyasal kuşatmaya karşılık, tarihsel sorumluluğu ile hukukun, toplumsal düzeni temin edebilmesine, giderek de adil sonuçlar üretebilmesine hizmet etmesi gereklidir. Bunun için her dönem yeni yasaların ihdası değil, mevcut yasaların hukuksal amaç ve toplumsal ihtiyaçlara uygun biçimde uygulanması yeterlidir.

Toplumun nefes alan kesimi halen bu talebi yüksek sesle dile getirmektedir. Yargı bu sesi duymak zorundadır. Bu ülkenin ulusüstü yükümlülüklerini belirleyen sözleşme veya mahkeme kararlarını tanımamanın ödüllendirildiği, liyakatsizliğin hoş görüldüğü, yargının zirvesinde yer alan anayasa mahkemesi kararlarının yok sayıldığı değil; egemenden beslenen menfaatperestler ile mücadele ederek, eğitimsizlik ve yoksulluk çıkmazına itilen kitlelerin, cadı ilan edilen kesimlerin hak ve özgürlüklerini tanıyan bir yargı erkine ihtiyaç duyulmaktadır. Yargı, egemenin değil, hukukun diliyle söylemek, hukukun sözüyle eylemek zorundadır. İktidarın eril dilini değil, cins, ırk, inanç gibi dezavantajlı toplum kesimlerinin hak ve özgürlüklerini seslendiren hukukun dilini konuşmakla ödevlidir. Cezasızlık biçiminde ifade edilen sorunun hukuki neden ve sonuçları bakımından ise, çıkar çevre ve çeteleri yönünden hukuku korkuya teslim etmeyerek, adil sonuçlar üretmesine izin vermekle yükümlüdür. Biliyoruz ki bunun için önce yargının korkuya teslim olmaması gereklidir. Ancak kendi bağımsızlığına sahip çıkabilen, çalışma koşulları, özlük hakları, hukukun üstünlüğü, bağımsızlık ve tarafsızlık ilkesi etrafında bir araya gelebilen yargı, hukuku korkuya teslim etmeyecek olan yargıdır. Bunun temel yolu ise yargıda örgütlenmedir. İlk örneğini Yarsav’ın, ikinci örneğini Yargıçlar Sendikasının oluşturduğu örgütler, sağlıklı bir yargının inşası, toplumun düzen ile hak ve özgürlüklerinin güvencesini teşkil eden hukukun ve evrensel ilkelerin korunup geliştirilmesi için etkili adımlar atmış örgütlerdir.

Tüm bunlara karşılık bugün kendi kendini kemiren bir yargı ile karşı karşıyayız. Yargıda örgütlenme özgürlüğünün ilk örneklerinden birini veren Yargıçlar Sendikası, yine içerisinde örgütlendiği yargı ile sınanmaktadır. Siyasal iktidar, merkezinde barınmayan, bağımsız pek çok kurum ve kuruluş gibi yargı örgütü yargıçlar sendikasını da yok saymak istemiş ve yargı, sessiz sedasız bir biçimde sendikanın yok hükmünde olduğuna karar vermiştir. Yargısal mücadeleyi sürdürmekle birlikte, yargıtayın verdiği karara usulen uyan mahkeme, esasen sendikayı yok saymıştır. Oysa yargı, hukukun adil sonuçlar yaratmasına izin vermelidir. Hukukun tanıdığı ulusüstü sözleşmeleri görmelidir. Görülmek ve hukukun, metinler arasına serdiği hakların tanınmasını istemektir çoğu kez adalet istemek. Yaşadığımız çağ ve içinde bulunduğumuz dönem, geçmişi tüm ayrıntılarıyla analiz edebileceğimiz, başka örnekleri görebileceğimiz dolayısıyla görev ve sorumluluğumuzun egemenin yarattığı halka dışında kalarak hukuktan ödün vermemek olduğunu tahlil edebileceğimiz bir dönemdir. Yargıçlar Sendikası, kuruluşunu da bir idare mahkemesi kararına borçlu iken, evvelce aynı yönde hakkında açılan davaları kazanmış iken, hatta ILO, ülkemizi meslek sendikacılığının önünü açması gerektiği yönünde uyarmış iken, Adalet Bakanlığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine verdiği savunma dilekçelerinde yargıç ve savcıların sendika kurma özgürlüğünden söz eder iken, ülkenin başkentinde kıdemi ve liyakatiyle takdir görmüş yargıçlar, aynı Yargıçlar Sendikasının yok hükmünde olduğunu söylemektedirler. Siyasal iktidarın istemi üzerine yargı, kendi içinden doğmuş bir sendikayı yeni bir cadı olarak ilan etmeye karar vermiş olsa da yargının da nefes alan, geçmişle ve dünya ile bağını kesmeyen bir yanı bulunmaktadır.

Yaşanan bütün baskı ve kuşatmaya karşılık, toplum da yargı da içine sıkıştığı labirentin çıkış yolunu bilmektedir. İçinde bulunduğumuz çağ, benzer efsanenin terki için yüzyıl kan dökmeyi gerektirmeyecek kadar bilgi ve iletişime açık bir çağdır. İçinde bulunduğumuz toplum da hâlâ evrensel değerlerden beslenen bir hukukun belirlediği bağ ile medeni bir biçimde birlikte yaşama iradesine sahiptir. Tıpkı bir ucundan kendi kendini kemirse de hâlâ aynı iradeye sahip yargı erki gibi.

Öyleyse bilmeliyiz ki “belinde silahı, bankada milyonları olmayan yalın yurttaşlar olarak, ancak hukuku destekler ve hukuka inanırsak onu bir güç kılabileceğimizi ve mevcut status quo’yu da hukukun anlamını değiştirerek zorlayabileceğimizi fark ederiz. Burjuvazi tam da öyle yapmıştı. Hakları ciddiye almış ve çıkarlarının gücünü, hukuka enerji kılmıştı” (Engin Topuzkanamış, Kapuçin Maymunları Neden Salatalık Sevmez).