Gerçeğe uygun açıklamalar, eleştiriler sönümlendikten sonra geriye, karmaşık sorunlar karşısında çaresiz kalanların tutunmaya çalıştığı, dinci, ırkçı söylemlerden kaynaklanan kolay açıklamalar, komplo teorileri kaldı ve faşist hareketlerin, sosyal medyanın etkisiyle de hızla yayılmaya başladı.

Yeni-milliyetçilik ve küreselleşme
Brezilya’da seçimi kaybeden Bolsonaro’nun destekçileri sivil darbe girişiminde bulunup Kongre’yi işgal etmişti.

ERGİN YILDIZOĞLU

Küreselleşmeye (emperyalizme ve Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarına), neo-liberalizme karşı, 1999-2002 arasında yükselen birinci dalga Afganistan ve Irak işgalinin basıncı altında geri çekildi. Bu dalga, eşitlik, demokrasi talep ediyor, emperyalizme, kapitalizmin tüketimi hızlandıran, küresel ısınmayı yaratan dinamiklerine karşı çıkıyordu. Büyük finansal krizden sonra 2011-13 arasında aynı taleplerle yükselen ikinci dalga da amacına ulaşamadan sönümlendi. Şimdi, bu iki dalganın arkasından, onların başarısızlıklarının yarattığı ortamda canlanmış ve ABD’de Trump’ın seçilmesinden, İngiltere’de Brexit oylamasının sonuçlarından güç alarak yükselmeye başlamış, yine “küreselleşme karşıtı” üçüncü bir dalga var.


Bu yeni dalga, “ana akım” medyada, genel olarak “illiberal”, sağ-milliyetçi popülist olarak tanımlanıyor. Ancak, gerek 100 yıl önce I. ve II. Dünya Savaşları arasında yaşananları anımsatması, gerekse de kapitalizmin güncel krizinin sergilediği dinamikler açısından çok tehlikeli potansiyellere sahip bir dalga bu.

Kısa bir anımsatma

Kapitalizmi, 19. yüzyılda hızlanan liberal küreselleşme süreci, 20. yüzyılın başında dağılmaya başlamıştı. Kapitalizmin 1873-88 depresyonuyla başlayan yapısal krizi ilerlerken, ülkelerin içinde gelir dağılımı daha da bozuluyor, İngiliz hegemonyası gerilemeye başlıyor, ABD, Almanya, Rusya, Japonya gibi yeni güçlerin yükselmesine bağlı olarak uluslararası bölüşüm dengeleri de değişiyordu. Piyasaların, kaynakların yeniden paylaşılması için çabalar I. ve II Dünya Savaşlarına yol açtı. Kapitalizmin krizini yöneten liberal model, 1929’da büyük bir finansal krizle, derin bir buhrana yol açarak tükendi.

Geçen yüzyılda bu kargaşanın içinden, Ekim Devrimi, Türkiye Cumhuriyeti, antiemperyalist bağımsızlık hareketleri ve Almanya’da devrimci atılımın, İtalya’da, Turin Fabrika işgallerinin, Konsey hareketinin gerilemesiyle açılan boşlukta, Alman, İtalyan Faşizmleri çıktı. Bugün dünyada, o dönemin konjonktürüne benzeyen dinamikler içeren karanlık bir “durum” var. “Yeni milliyetçilik” de bu “durumun” ürünü.

Küreselleşme: Fantezi ve gerçek

Küreselleşme, birçok kapitalist fanteziyle desteklenerek yükseldi: Dünya ekonomisi bütünleşiyor, devletler küresel piyasalar karşısında iktidarlarını giderek kaybediyor, kültürler kaynaşıyor, insanların ulusal kimlikleri zayıflıyordu. Dünya ekonomisinin bütünleşmesi, her yerde herkesin refah düzeyini artırıyor, ekonomik riskleri dağıtarak yumuşatıyordu. Devletlerin zayıflaması, kültürel kaynaşma, demokrasinin güçlenmesi, savaş olasılıklarını ortadan kalkması, Batı’nın bireysel özgürlükler düşüncesinin yayılması demekti.

Gerçekteyse başka şeyler oluyordu. Küreselleşme dev şirketlerin daha da devleşmesini, siyasi etkilerinin, hemen her yerde siyaseti satın almasını kolaylaştırıyordu. Servet dağılımı giderek daha da bozuluyor, Credit Suisse’in dünya servet raporlarının sergilediği gibi, toplam servetin yüzde 83’ ünü, yetişkin nüfusun yüzde 10’unca edinilmesi gibi müstehcen bir düzeye ulaşıyordu. Ülkeler içindeki gelir dağılımının bozulmasına paralel, küreselleşmeye uyum sağlayan ve sağlayamayan bölgeler arasındaki dengesizlikler de artıyordu.

Çünkü, Batı ülkelerinde sermaye, dışarı giderken üretici kapasiteyi de düşük ücret, ucuz girdi bölgelerine taşıyor, arkasında yüksek işsizlikle perişan olmuş kentler bırakıyordu. Toplumsal kutuplaşma ekonomik etkenlerle derinleşirken, kültürel kutuplaşmalar da güçleniyordu.

Ülke içinde küreselleşmeye uyum sağlayan, genelde eğitimli, yeniliklere açık, hatta bundan beslenen kesimleriyle, içi boşalan madencilik-sanayi bölgelerinin vasıflı-vasıfsız işçi sınıfı, kırsal toplulukların süreçten dışlanan sakinleri arasındaki, refah ve “siyasi sermaye” uçurumu, küreselleşmenin tetiklediği nüfus hareketleriyle gelen yabancı kültürlerin etkisiyle daha da derinleşiyordu.

Küreselleşmenin fantezilerini benimsemiş, yukarı orta sınıf, akademisyen, liberal entelijensiya ve devlet bürokrasisinin, dev şirket yöneticilerinin, aksine, işçi sınıfı, küçük orta yerel işletmeler ve kırsal kesimler küreselleşme fantezileriyle yaşamlarının gerçekleri arasındaki uyumsuzluğu görüyor, “yaşam dünyalarının” giderek yok olacağına inanmaya başlıyorlardı.

Küreselleşmeci fantezilerin aksine, gerçekliğe uygun açıklamalar ve eleştirilerle yükselen I. ve II. dalgalar geri çekildikten, gerçeğe uygun açıklamalar, eleştiriler sönümlendikten sonra geriye, karmaşık sorunlar karşısında çaresiz kalanların tutunmaya çalıştığı, dinci, ırkçı söylemlerden kaynaklanan kolay açıklamalar, komplo teorileri kaldı ve faşist hareketlerin, sosyal medyanın etkisiyle de hızla yayılmaya başladı.

Yeni milliyetçilik - yeni faşizm

Yeni-milliyetçiliğin yakıtı bu dinamiklerden geliyor. Yeni-milliyetçilik, ulusun, “kültürel özgünlüğünü” ve “özellikleri”, eğitimli seçkinlerin çok ‘bilmişliğinden’, yaşamlarını etkileyen kararlarından, göçmenlerin ve yabancıların getirdiği kültürlerin etkisinden korumak istiyordu. Dahası küresel ısınmaya karşı gündem gelen önlemleri, çok kültürlülüğü, vatandaşların yaşamlarına ekonomik ve kültürel (din, aile, eril) özgürlüklerine tehdit olarak görüyor, bunların seçkinlerin vatandaşları kontrol etmek için ürettiği yalanlar olduğuna inanıyordu. Bu inanç, pandemi sırasında aşı karşıtlığından, ‘beyin kontrolü’ korkusuna kadar uzandı.

Bu kaygılar, korkular, seçkinlere (devleti hali hazırda yöneten liderlere ve bürokratlara) haddini bildirecek, düzeni değiştirecek ve kendilerini koruyacak güçlü bir lider arzusunu besliyor.

Kısacası, “yeni-milliyetçilik”, ABD’den Hindistan’a, Brezilya’dan Avrupa’ya, Rusya’ya, yabancı düşmanlığı, kültürel ve hatta ırk saflığı arzusu, bu temelde bir dine sadakat, cinsel özgürlüklere, kadın ve LGBTQ+ haklarına, küresel ısınmayı önlemeye yönelik önlemlere karşı bir dinci ırkçı ve güçlü otoriter lider arzulu hareketler yaratıyor. Dahası bu hareketin temsilcileri sık sık buluşarak, ABD - Avrupa çapında (bloklaşma eğilimleriyle de uyumlu) Hıristiyan, beyaz ırkı, Avrupalı kültürü koruma iddiasıyla adeta bir “milliyetçi enternasyonal” kurmaya çalışıyorlar.

Tüm bu özelliklerini bir araya koyunca, Yeni-milliyetçiliğin, ırkçı, Müslüman düşmanı olan hareketlerin, ABD’deki Trumpçı, Brezilya’da Bolsonaro’cu evanjelik milliyetçiliği, Hindistan’da Modi’nin Hindu milliyetçiliği, Macaristan, Romanya, Latvia, Hırvatistan vb. Doğu Avrupa ülkelerinde, Rusya’da milliyetçiliğin kiliseyle yakın ilişkileri, İtalya’da Meloni’nin, İspanya’da Vox’un Katoliklikle ilişkileri gibi somut örneklerine bakınca yeni-milliyetçilik ile faşizm arasında bir özdeşlik kurmak söz konusu olabiliyor.

Küreselleşme dağılırken, egemen sınıfların dikkati küresel ekonomiden ulusal ekonomiye dönüyor: Devletlerin, iç güvenlik, ekonomi ve dış güvenlik alanlarında inisiyatifi hızla artıyor: Mali kriz sırasında, finansal piyasaları kurtarmak, pandemi sırasında üreticiyi, hizmet sektörünü ve tüketici desteklemek için ekonomiye müdahale ettiler. “Stratejik” alanlarda sanayi politikaları, korumacılık, rakip ekonomilere teknolojik, finansal yaptırımlar, “bloklaşma eğilimi” yeniden gündeme geliyor. Bu ortamda, yeni/faşist milliyetçi akımlar hem küreselleşmenin dağılmasının bir ürünü hem de hızlandırıcısı olarak güçlenmeye devam ediyor.