Yerinden edilmek bir göç sosyolojisi terimidir ve genelde nüfus ve kimlikle ilgili literatürün konusudur. Nüfusu oluşturan çeşitli sosyolojik kategorilerin, bilhassa modernleşme sürecinde kimliksel, güvenlik, iktisadi sebeplerle ve devletlerin kararlarıyla yerlerinden çıkarılmalarına odaklanır. Fakat mekânsal nitelikleri ve etkileri sebebiyle aynı zamanda bir şehircilik terimi olarak kullanılabilir.

Yerinden edilme, 1990’lı yıllarda, “terör sorununu çözmek” için Kürt coğrafyasındaki köyleri boşaltmak gibi aklıevvel politik kararların neticesinde siyaset ve sosyolojinin tartışma konusu olmuştu. Resmi raporlara göre bile 90’lı yıllarda yüzlerce köy tümüyle insandan arındırılmış, şehir merkezlerinin nüfusu birkaç misli artmıştı. Fakat bu Türkiye’de ilk yerinden edilme deneyimi değildi. 1930’lu yıllarda da yüzlerce köy haritadan silinmiş; mukimleri ülkenin batısındaki köylere ve kasabalara ‘serpiştirme suretiyle’ dağıtılmışlardı. Bunlar da toplumsal mühendislik politikalarının bir parçası olarak gerçekleşmişti.


Köyleri ve köylüleri yerinden etme konusundaki bu büyük deneyimlerle karşılaştırıldığında şehirlerin yerinden edilmesi görece zayıf bir uygulamadır. Yine çoğunlukla benzer sebeplerle fakat şehirleri toptan yerinden kaldırmak biçiminde değil de bazı parçalarını yerinden etmek şeklinde tezahür etmiştir. “Yangınlar” bu politikanın en güçlü araçları olmuştur mesela ve bu anlamda bazı yangınlar bir politik felaket sayılabilir.

Özetle siyasal, kültürel, kimliksel vb. sebeplerle ya da daha genel bir ifadeyle insan eliyle yaratılan pek çok felaketin neticesi olarak “hayalet şehir”, “kâbus şehir”, “virane şehir” gibi ifadelerin yanısıra artık “yerinden edilmiş” ve “huzursuz şehirler” de ilgili literatüre girmiştir.

***

6 Şubat 2023 depremi ve takip eden süreç, şehirlerin yerinden edilmesi bağlamında görece yeni bir manzara sunmaktadır. Hatay, Maraş, Adıyaman, Malatya, Pazarcık, Elbistan gibi şehirlerin küçük ya da orta ölçekli bazı bölümleri tümüyle yıkılmış ve başka bir yerde yeniden kurulmayı beklemektedir. Yetkililerin açıklamalarına bakılırsa bu şehirlerin yeni yerleri belirlenmiştir bile. Ne var ki şehirlerin taşınması ile ilgili karar ve inşa süreçlerinin detayları, yeni felaketleri davet eden nitelikler içermektedir. Tıpkı geçmişte çok büyük depremler yaşamış şehirlerin aynı çevrede; yine fay hatları ve/veya tarımsal araziler üzerinde kurulması gibi. Türkiye şehirlerinin bir bölümü sadece bu nedenle bile huzursuzdur.

Ömür boyu huzursuzluğa mahkûm edilmiş şehirler inşa etmeye yönelen bu rantçı-inşaatçı politik tercih, depremi gerekçe göstererek her yerde devreye girmiş görünüyor. Mesela en üst seviyede politik yetkililerin, İstanbul’da 1.5 milyon yeni konut inşa edeceklerini açıklamaları bunun örneklerinden birisidir. Son yirmi yılda diğer bütün şehirler gibi İstanbul’u da beton yığınına çeviren ve tam da bu nedenle depremden kurtulabilme imkânlarını tüketen bu politika, şimdi kalan küçük boşlukları da betonlaştırarak güya depreme hazır hale getirecektir. Gerekçesine bakılırsa 1.5 milyon konut inşa etmenin nedeni, kent merkezlerindeki nüfusu yeni konutlara taşımaktır. Peki, kent merkezleri eski konut stokundan arınacak mı? Hayır! Bu demektir ki artık bütün boşlukların betonla doldurulduğu bir İstanbul inşa edilecek. Ne yazık ki sonuç tam olarak budur.

***

Şehirleri depreme hazırlamak şöyle dursun, çok daha büyük felaketleri açıkça davet eden ve şehirleri ömür boyu huzursuzluğa mahkûm eden bu politik tercihe karşı sade bir öneriyi ısrarla ve yeniden hatırlamanın ve hatırlatmanın zamanıdır: Depremle yüzyüze gelmiş bir şehri büyük felaketten korumak için, dünyanın her yerinde olduğu gibi iki temel ihtiyaç vardır: Birincisi yeni imar haklarına kapıları kapatmak, ikincisi konut stokunun yenilenmesi için yeni köklü ve gerçekçi kamusal destek imkânları sunmak! Türkiye’nin deprem siyasetinde birincisi hiç olmadı, ikincisi ise adım adım tedavülden çıkarıldı. Dolayısıyla şimdi yapılmak istenen iş, depreme karşı tedbir almaktan çok, yeni felaketlere davetiye çıkarmaktır. Ne yazık ki böyledir.