Google Play Store
App Store

Genelde sözleşme teorileri liberal bireyin evrensel olduğu iddiası üzerine kuruludur. Yani bu birey ırksız, cinsiyetsiz, sınıfsız, geniş bir söylem alanına hitap eden soyut, genelleştirilmiş bir insanlık modelini temsil eder.

Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!*

Önder KULAK - Kurtul GÜLENÇ

En genel ifadeyle toplum sözleşmesi teorisi, bireylerin ahlaki ve/veya politik yükümlülüklerinin bir sözleşme ya da anlaşmaya bağımlı olduğunu ve bu dolayımla da içinde yaşadıkları toplumu biçimlendirdiklerini ileri süren yaklaşımdır. 17. ve 18. yüzyıl siyaset felsefesinin paradigmasını belirleyen toplum sözleşmesi fikri 20. yüzyılın ikinci yarısında John Rawls tarafından yeniden canlandırıldı. Bir Adalet Teorisi (1971) adlı çalışmasıyla Rawls, yalnızca toplum sözleşmesi fikrini diriltmekle kalmadı, aynı zamanda Leo Strauss’un kaleme aldığı “Siyaset Felsefesi Nedir?” (1959) başlıklı makalesinde can çekişmekte olduğunu söylediği siyaset felsefesinin geri dönüşünü de mümkün kıldı.

Ne var ki her olumlayıcı iddia çoğunlukla karşıtını da çağırır. Bu bağlamda Bir Adalet Teorisi kitabındaki toplum sözleşmesi tartışması ilgili teoriye ve özellikle liberal demokratik siyasete yönelik radikal eleştirilerin de ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Özellikle yeni toplumsal hareketlere can veren akımları; feministleri, insan hakları derneklerini, hayvan hakları savunucularını, ekolojik hareketleri, toplumsal tanınma ve kimlik hareketlerini düşündüğümüzde bu eleştirilerin hangi gerekçelerle ortaya çıktığı az buçuk tahmin edilebilir. Bu çevreler toplum sözleşmesi teorisinin özü ve uygulanabilirliği konusunda dikkate değer şüpheci argümanlar ortaya koymuşlardır. Bu noktada Carole Pateman’ın Cinsel Sözleşme (1988) adlı kitabı hatırlanabilir. Toplumsal sözleşme anlatısı özgürleşme hikayesi sunarken, cinsel sözleşmenin bir tabiiyet anlatısı olarak belirdiği tespiti üzerinden ilerleyen kitap Hobbes, Locke ve Rousseau tarafından tanımlanan idealleştirilmiş sözleşme mitinin altında yatan temel unsurun, erkek-kadın ilişkisine dair bir eşitsizlik perdesiyle örtüldüğünü savunmaktaydı. Özetle Pateman’ın iddiası aslında özgürlük anlatısı olarak kurumsallaştırılan sözleşme teorisinin eril bir akıl ve ataerkil bir iktidar geleneğiyle yakından ilişkili olduğu şeklindeydi. Yine Charles W. Mills’in Irksal Sözleşme (1997) kitabı yalnızca Batılı politik düşünce kurum ve uygulamalarının tarihinin değil, daha spesifik olarak toplum sözleşmesi tarihinin bir eleştirisini ortaya koymaktaydı. Pateman’ın Cinsel Sözleşme’sinden esinlenen bu çalışma aslında beyaz olmayanların toplumsal sözleşme teorisi tarafından bilhassa dışarıda bırakıldığını iddia etmekte, tıpkı eril akla dayalı sözleşmeci tarihte kadınların köleleştirildiği argümanına benzer bir argümanla beyaz olmayanların bu tabiiyet ilişkisi içine nasıl yerleştirildiğini eleştirel düzlemde göstermeyi amaçlamaktaydı.

LİBERAL BİREY ANLAYIŞI SORGULANIYOR

Aslında bu iki kitapta ön plana çıkan temel unsur, sözleşme teorisinin faili olan liberal bireyin sorgulanması, daha başka bir ifadeyle bu bireyin evrensel olduğu varsayımının da sorgulanması olarak belirlenebilir. Bu argümanı takiben kimi düşünürler sözleşme teorisinin merkezindeki birey anlayışının doğasını sorgulamışlardır. Genelde sözleşme teorileri liberal bireyin evrensel olduğu iddiası üzerine kuruludur. Yani bu birey ırksız, cinsiyetsiz, tarafsız, sınıfsız, son derece geniş bir söylem alanına hitap eden soyut, genelleştirilmiş bir insanlık modelini temsil eder. Ne var ki aslında liberal bireyin özelliklerine daha yakından bakıldığında ortaya çıkan sonuç, bize, burada kabul edilen ve temsiliyet ilişkisi bağlamına yerleştirilen birey anlayışının evrensel insanlığın bir temsili olmadığını, tarihsel olarak konumlanmış özel bir insan tipi olduğunu göstermiştir. Bir başka ifadeyle, tüm modern sözleşme teorilerinin üzerine inşa edilen birey iddia edildiği gibi tarafsız veya sınıfsız, cinsiyetsiz değildir, ilgili teorik açılımlarda tarif edilen kişi aslında belli iktidar ve tahakküm biçimlerinde açığa çıkmış egemen bir somutluğu temsil eden bir tarihsel-toplumsal-politik bağlamın iz düşümü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Toplum sözleşmesi konusu açısından son derece uyarıcı olan bir diğer isim yakın zamanda kaybettiğimiz Bruno Latour olmuştur. Özellikle toplum ve doğa ayrımının ötesine yerleşmeye çalışan eserleri (Doğa Politikaları, Pandora’nın Umudu) yıllar boyunca doğa ve politikayı yeni bir anayasallık ufku içinde bağıntılandırma amacıyla hareket etmişti. Sözleşme teorisinin tarihi bakımından değerlendirdiğimizde, Latour’u ayrıcalıklı bir konuma yerleştirmemizi mümkün kılan, insan olmayan canlılar, cansız varlıklarla bu gezegende bir arada nasıl yaşayabileceğimiz konusunda kökensel bir tartışma yürütmüş olmasıdır. Bu eksende doğayla sözleşme fikrinin, hayvan haklarının inşası ve korunmasına yönelik çabaların, insan olmayan canlıları da kapsayan yurttaşlık okumalarının, ilgi ve ihtimam etiği tartışmalarının bu kökensel girişim ekseninde değerlendirilmesi yerinde olacaktır.

Parçalanmış olanın inlemelerini duyduğumuz ama kulak vermediğimiz bu çağda Michel Serres’in Doğayla Sözleşme kitabında yeryüzüne ve gelecek kuşaklara sorumluluk çağrısında bulunduğu soruyla tartışmayı bitirelim: Bugün “… sorumluluklarımızı kabullenmeyi seçelim: Eğer bahsi kaybedersek, hiçbir şey kaybetmeyiz; ama eğer kazanırsak, tarihin oyuncuları olarak kalır ve her şeyi kazanırız. Bir yanda hiç ya da kayıp, öte yanda kazanç ya da hiç: Her türlü kuşkuyu ortadan kaldırmıyor mu bu?”2

* Adnan Yücel’in bir şiiri.

1 Yazının uzun hali için bkz. K. Gülenç, “Sunuş”, Felsefi Düşün Dergisi, sayı: 19, Ekim 2022.

2 M. Serres, Doğayla Sözleşme, çev. Turhan Ilgaz, YKY, 1994, s. 17.