Yetmiş yıllık öykü: Türkiye ve NATO

Bizim kuşak için Türkiye’nin NATO macerası, sadece askeri bir anlaşmayla değil, aynı zamanda acı anılarla dolu bir tarih sayfası olarak başladı. 1950 yılıydı; henüz on beş yaşındaydım ve hemen her gün radyolarda Kore’den gelen “şehit haberleri” dinlerdik. Okunan her ad bir ocağın söndüğünün işaretiydi; ama resmi propaganda bunları birer “kahraman” olarak ilan ediyordu. Ve kimse de “acaba bu gençler, dünyanın öbür ucunda, neden hiç tanımadıkları insanlarla savaşa yollanıyorlar?” diye sormuyordu.

Oysa soranlar olsa da buna verilecek yanıt belliydi. Çok umutlu günlerdeydik; beklentiler yüksekti; yüzlerce şehit verilse bile, bunun mutlaka bir karşılığı olacaktı!

Nitekim oldu da! Dökülen kanlar yerde kalmıyor, Türkiye sonunda NATO’ya üye kabul ediliyordu! Bugün inanılmaz gibi görünse de o tarihte Ankara bayram havası içindeydi!

***

Antlaşma, 18 Şubat 1952’de TBMM’de milli bir coşku içinde onaylandı. İktidar sözcüsü Kore’de hayatını kaybedenleri “İstiklâl Harbini kanlarıyla kazanan kahramanların evlâtları”na benzetiyor, Menderes ise kısa bir konuşmadan sonra “Heyecanım daha fazla söz söylemeye müsaade etmiyor” diye özür dileyerek salonu terk ediyordu (Tutanak Dergisi; 41. Birleşim, s. 339).

Soğuk Savaş yıllarıydı ve Türkiye, Sovyet tehdidi altında çok korkulu günler geçiriyordu. NATO ittifakı ve ABD ile ikili anlaşmalar da bu atmosfer içinde adeta anayasal sistemimizin birer parçası haline geldiler.

***

Ne var ki halkın Demokrat Parti ile balayı yılları fazla uzun sürmedi. Menderes, enflasyonla beslenen büyüme politikasının yarattığı huzursuzluğu baskı yöntemleriyle yok etme hayaliyle Batı’ya kafa tutmaya başlayınca huzursuzluk daha da arttı. Sokak hareketleri, korsan mitingler, polisle çatışmalar, derken ortalık daha da karıştı ve giderek ok yaydan çıktı. Ülke hızla diplomatik dilde “istikrarsızlaştırma” (destabilisation) denilen kaotik duruma sürükleniyordu.

Artık gözler TSK’ye çevrilmişti; istikrarı sağlayacak tek kuruluş oydu; sokaklarda “Ordu, gençlik el ele!” sesleri yükseliyordu. Ve sonunda da askerler harekete geçtiler.

***

27 Mayıs 1960 sabahı, radyolar, Albay Alpaslan Türkeş’in ağzından ulusa “ülkedeki kardeş kavgasına son vermek için TSK’nin idareye el koyduğunu” duyuruyorlardı.

Aslında bildiri “NATO ve CENTO’ya (Ortadoğu paktı) bağlıyız!” sözleriyle başlıyor ve her şeyden önce emperyal odaklara darbenin hiç de kendilerine karşı olmadığı mesajı veriliyordu. Oysa izleyen yıllarda, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devrimci akım yükselecek ve Mayıs-68’te de doruk noktasına ulaşacaktı.

Artık hedefte emperyalizm ve onun askeri örgütü NATO vardı.

***

Ne var ki dünyada emekçi hareketi nesnel ve öznel durumu itibariyle düzen değişikliğine hazır değildi ve bu koşullarda karşı devrimci darbeler de birbirini izlemeye başladı. 12 Mart 1971’de gerici generaller bir “Muhtıra” ile tüm demokratik güçlere “balyoz” indiriyor, dokuz yıl sonra da Kenan Evren ve arkadaşları 12 Eylül darbesi ile bu ilk adımı “anayasal bir sistem” haline getiriyorlardı. Hepsinin arkasında da CİA ve vurucu gücü “Gladyo” vardı; nitekim 12 Eylül’ü pervasızca “bizim çocuklar başardı!” diye alkışlayan da onların Türkiye temsilcisi olmuştu!

***

İşte Türkiye’de, CIA ve dostlarının koruması altında “vesayetçi demokrasi” böyle kuruldu ve Erim’ler, Demirel’ler, Özal’lar da bunun “başarılı” uygulayıcıları oldular.

Oysa asıl kazanan NATO idi ve “NATO Barışı” kazasız belasız 1990 yılına kadar sürdü. O yıl her taraftan kuşatılmış ve adeta soluk alamaz duruma sokulmuş SSCB çöküyor ve uluslararası ilişkilerde yepyeni bir dönem açılıyordu. Artık NATO çok farklı bir durumla karşı karşıyaydı!

***

Peki, bu değişen koşullarda NATO’nun “yeni misyonu” ne olabilirdi?

CIA’in araştırma organı Rand Corporation ve ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan iki analizci bu yeni misyonu şöyle ifade ettiler: “Küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık çağında, toprak savunmasının artık güvenlikle eş anlamda olmadığı açıkça anlaşılmıştır. NATO barışa daha geniş ve karmaşık tehditler karşısında ve özellikle Körfez petrollerinin güvenliği ve NATO bölgesine bir korsan devletin tecavüzü karşısında başarılı olmalıdır” (I. Herald Tribune, 14 Aralık 1997). Aynı tarihlerde Alman Federal Parlamento Başkan Vekili Hans Ulrich Klose de “ABD Türkiye’yi bölgede bir uçak gemisi olarak görüyor” diyordu (Milliyet, 5 Temmuz 1998; N. Cerrahoğlu ile söyleşi).

O günlerde Türk politikacılar daha çok gemiye kimin kaptanlık yapacağı yarışı içinde idiler ve yarışı da beklenmedik bir şekilde Recep Tayyip Erdoğan kazandı.

***

Tayyip Bey devrim düşmanlığı suçlamasıyla mahkûm olmuş, fakat hapisten çıktıktan sonra da “gömlek değiştirdik” diyerek yeni bir parti kurmuş bir politikacıydı. Bununla da kalmamış Başkan Bush’la görüşerek bir tür “icazet” almıştı.

Oysa aslında “gömlek” değil, “taktik” değiştirmişti; artık dilini tutacak, sivri laflardan kaçınacak, hedefine adım adım yürüyecekti. Yine de Cumhuriyet mitingleri, Gezi Direnişi, darbe girişimleri gibi engellerle karşılaştı; fakat bunları da geniş bir aydın kesimin yardımıyla aşmasını bildi. Bu takım, Oya Baydar’ın özeleştiri niteliğindeki deyimiyle “sazan” olmuş (T24, 11 Şubat 2021) ve “Yetmez ama evet!” sloganıyla da “Tek Adam” rejimine ilk taşları döşemişti.

***

Aslında Erdoğan tam bir “saltanat” özlemi içindeydi. Batı uygarlığını “insanlığı sanatı, kültürü, resmi, sineması ve sporu ile istila eden” bir düşman olarak görüyor (27 Nisan 2022) ve amacına ulaşmak için her olgu ve kuruma “araçsal” bir anlayışla yaklaşıyordu. Ve bu nedenle her konuda rahatlıkla birbirine tamamen ters şeyler söyleyebiliyordu. Aynı olgu ya da kurum, değişen duruma göre Tayyip Bey açısından yararlı ya da zararlı olabilirdi! Nitekim NATO’yla ilgili çelişik tutumları da bu fırsatçılığın ilginç bir örneği oldu.

***

Aslında Erdoğan geçmişte de NATO’ya karşı eleştiriler yöneltmişti. Örneğin 2009 yılında Anders Rasmussen’in Genel Sekreterliğini, Peygamber Muhammed’le ilgili karikatürler krizinde “yeterince sert davranmadı” diye önlemeye çalışmış; 2019’da da NATO bünyesinde Polonya ve Baltık devletlerinin savunma planlarını, bu devletler YPG’li teröristleri koruyorlar diye geciktirmişti. Hatta geçen yıl da (Mayıs 2021) dost Belarus’un bir muhalifi yakalamak için bir uçağı inişe zorlamasına karşı NATO bildirisini yumuşatmak istemişti. Ama bütün bunların arkasında belki de hepsinden önemli bir gerekçe daha vardı. İsveç, Norveç ve Finlandiya gibi ülkeler Türkiye’deki rejimi devamlı eleştiriyor, Erdoğan’ı insan haklarını hiçe sayan bir “otokrat” olarak görüyorlardı. Üstelik bununla da kalmamış, Türkiye’ye silah satışıyla ilgili yasaklar koymuşlardı. İşte Tayyip Bey de tam bu sıralarda, bünyesinde bize karşı eylemlerde bulunmuş teröristleri barındıran bu “düşman”lara hesap sorma fırsatını buldu.

Bu ülkeler NATO’ya üyelik için başvuruda bulunmuşlardı ve buna karşı “veto hakkımız” da onları kolayca pazarlık masasına oturtabilirdi. Bu amaçla da Erdoğan, NATO müttefiklerimize, “gelin!” diye sesleniyordu; “gelin Türkiye’nin bu meşru, haklı, insani, ahlaki harekâtlarına destek verin, en azından ayağımıza çelme takmaya çalışmayın!” (18 Mayıs 2022).

***

Aslında ne İsveç’in ne de Finlandiya’nın Türkiye’deki terörü desteklemeleri için özel bir nedenleri vardı. Anlaşmazlık bu ülkelerle Tayyip Bey arasında “terör”, “demokrasi”, “insan hakları” gibi konulardaki anlayış farkından doğuyordu. Üstelik R. T. Erdoğan iktidarda kaldıkça bu anlaşmazlığın giderilmesi de olası görünmüyordu. Nitekim Tayyip Bey de bu düşünceyle hareket etmiş ve bir çözüm umuduyla ülkemize gönderilecek İsveç ve Finlandiya temsilcilerine “Boşuna zahmet etmeyin!” demişti. (18 Mayıs 2022).

İşte 2022 yılında Türkiye’deki durum budur ve halk bunca hayati sorun arasında bocalarken, yöneticilerimiz de İsveç ve Finlandiya gibi iki demokratik ülkenin NATO’ya katılımını önlemeye çalışıyor.

Yine de umuyor ve inanıyoruz ki Türk halkı, gelecek yıl yapılacak seçimlerde ülkedeki bu çağ dışı yönetime “dur!” diyecek ve oylarıyla hak ve hukukla ilgili tüm sorunlara çözüm yolunu açacaktır.