Depremin acısı da, hüznü de, yoksulluk, yoksunluk, çaresizlik de sürüyor. Yaralanan hayatları yeniden, eskisi gibi kurmak zor, belki de imkânsız.

Yıkıcı depremden ufuk açan depreme
Fotoğraf: DepoPhotos

Yüreklerimiz parçalandı, yüzlerimiz kaygı ve korkuyla buruştu; kederin korkuyla buluşması dehşet vericidir. Doğanın intikamına mı yakalandık diye karıştı aklımız. Telefonlar kilitlendi, kimse kimseyi duyamaz oldu. TV kanallarında birbirini izleyen yıkık evlerin, çatlamış caddelerin, asfaltı parçalayan tuhaf dalgaların görüntülerini faltaşı gibi açılmış gözlerimizle izledik. İçimizden yükselen dayanılmaz sıkıntı bizi boğdu; yakınlarımızdan, sevdiklerimizden haber alamamamın acısı, onları ötekilerden ayırıyor olmanın gizli utancıyla, hiçbir şey yapamamanın, çaresizliğin, gövdelerimizi bir uçtan bir uca geçen elektriği bizi titretti. Acıların hafifletilebilmesi için, aklımızı koruyabilmek için gerekli dayanışmanın yoktan var eden sihirli gücüyle avunduk bir süre. Kocaman binaların neden iskambil kâğıtları gibi yıkıldığı sorusuna yanıt ararken, bir binaya yetmez demir ve çimentoyla üç bina çıkaran müteahhitlere çevirdik gözlerimizi. Sonra onlara alan açan, imkân tanıyanlara döndük. “İmar aflarını unutma, cinayetleri unutma” dedi içimizden bir ses. Nasıl olur da fay hatlarının üstüne milyonların yaşadığı kentler kurulur sorusuna yanıt bulamadı hiç kimse. Bir de timsah gözyaşları dökenlerle, içlerindeki derin acı gözyaşlarını kurutmuş olanları birbirinden ayıramadık. Kim ayırabilir ki?

Kurbanı olduğumuz çağ

Sonra günlük yaşamın sıkıntılarının ve sevinçlerinin kurtarıcı kollarına bıraktık kendimizi. Ölüp gidenlerin acısı nasılsa hayatın rüzgârında dağılıp gidecekti. Tıpkı Necatigil’in şiirindeki gibi “öğlen bir dostu gömdüm gece eğlentideydim / suç benim miydi / çağ” diyecek, biraz mahcup, biraz hak vererek akıp giden zamana, kendi kırık hayatlarımıza dönecektik. Yaralar bir şekilde sarılırdı nasıl olsa, binalar yeniden yapılırdı, kentler yeniden kurulurdu, ölümünse çaresi yoktu zaten. Peki bunca yıl ciddiye almadığımız, hoyratça kullandığımız doğa ile bundan sonra iyi geçinmenin yollarını bulabilir miyiz, yoksa çok mu geç kaldık. Neden hâlâ gerçeği söyleyen aynalardan uzak durmaya özen gösteriyoruz.

Binlercemizi alıp götüren, on binlercemizi yaralayan, evsiz barksız bırakan depremin üzerinden yalnızca 45 gün geçti. Yara daha soğumadı; “suç benim miydi / çağ” diyemiyoruz daha. Kulağımız ise çok can alan Marmara depreminin yeniden gelmek üzere olduğunu söyleyen deprem uzmanlarının sözlerinde. Yeni bir felaketi neredeyse elimiz kolumuz bağlı bekler gibiyiz. Bir kentin insanlarının, derinlerden gelen bir uğultuyu, yerin büyük bir gürültüyle sarsılmasını çaresizce beklemesini hayal edebiliyor musunuz? İnsanların, kendileri için bir sığınak, bir kurtarıcı, korkulardan, kuşkulardan, karanlıktan, tehlikelerden, soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, fırtınadan korunmak için kimi zaman koşar adım geldikleri evlerinde bu kez ölümü yıkımı beklemeye başlamalarını anlayabiliyor musunuz?

Ders almayan yıkılır

O büyük Marmara depremini duyduğumda uzaklardaydım; yüreğim çırpıntılar içinde kötü bir rüya gördüm. Oradaydık, yalnızdık; gecenin karanlığı içinde kentin ışıl ışıl sokaklarına bakıyordum, yeryüzü sarsılacak yakında duvarlar üstümüze yıkılacak. Haydi gidelim buradan dedim, ama nereye? Nasıl bırakıp gideriz şu bin yıllık kentimizi? Gideriz hiç kuşkum yok. Neleri bırakıp gitmedik ki biz.

Elimi tut, depremden sonra kötü yüzümüz ortaya çıkacak, bencilliklerimiz gizlenemez olacak. Kentin bütün kötü kokuları her köşeye sızacak. Aşkların aşk olmadığı anlaşılacak, en çok da bundan korkuyorum, elimi tut. Rüyadaydım, Sultanahmet meydanında. Önce Dikilitaş’ın sallandığını ve yıkıldığını gördüm. Eski Adliye’nin oralardan bir yerlerden insanlar koşmaya başladılar. Durdum, dilim tutuldu, sokak kabardı, deniz karaya saldırdı, yere düştüm. Duvarlar üstüme üstüme gelirken koşuşan insanların ayakları altında kalan bir çocuktum sanki. Çocuklar bu koşuya dayanamayacaklardı. Elleri annelerinin babalarının ellerinden kopacak, orada, bir kabarıp bir inen, çatlayan caddenin ortasında şaşkın, çaresiz korku içinde donup kalacaklardı.
Elimi tut. Beni yerden kaldır. İçimde kendini bilmez bir kurtulma isteği, başkalarıyla ilişkimi kesme isteği büyüyor. Depremden kaçıp kurtulalım, beni bırakma. İçimizdeki kalabalığı tekrar bulamazsak, kurtulmak yaşamak neye yarar ki, haydi elimi tut. Su yok hiçbir yerde, bir yudum su bul bana. Gördün mü bak işte deprem bütün foyamızı meydana çıkardı, Acılarımızın ve sevinçlerimizin ne kadar sıradan, ne kadar sahte olabileceğini gösterdi. Mümkün olsaydı gölgemizi bile bırakıp kaçacaktık oradan. Elimi tut.

Sonra çırpınarak uyandım o rüyadan, o kâbustan. O 34 yıl önceki depremden hemen sonra felaket tüccarları da birer birer ortaya çıktılar. Ucuza kapatılan arsalar yeniden değer kazansın diye dolap çevirenleri yazdı gazeteler. Ev sahiplerinin ölümü göze aldıklarını, evlerini yitirmemek için çatlakları sıvamaya hız verdiklerini gördüm. Az hasarlı raporu alabilmek için kesenin ağzını açan sonraki sarsıntıda o duvarların altında kalanları da gördüm.

Depremle beraber içimde kaynayıp kabaran boğuşmayı anlatırken ey okur, depremin bizi içimizdeki kötülüklerle yapayalnız bırakacağını, en çok kendimizi sevdiğimizi, hatta bunun bir sevgi bile olamayacağından korktuğumu anladım. Gazetelerde deprem haberlerini okur, TV kanallarında izlerken, çaresiz insanlara yardım etmek için akın akın bölgeye gidenleri gördüm sonra. İnsanların birbirlerine yardım ettiklerini, düşeni kaldırdıklarını, enkazın altından yakınlarını, tanıdıklarını, tanımadıklarını çekip çıkarmak için kendilerini tehlikeye attıklarını gördüm.

Öfkelendiklerini, orada olması gerektiği halde orada olmayanlara bağırıp çağırdıklarını da gördüm. Şimdi suçun kimde olduğunu konuşacağız bir süre. Ülkeyi içinden çıkılmaz bir karanlığın içine atmak isteyenler günahlarımızın bedeli diyecek, katlanmayı, tövbe etmeyi ilaç niyetine satacaklar. Siyasetin dokunulmazlığına sırtlarını dayayacak, gücün her suçu kapatan becerisine güvenecek, dağıtılan ranttan pay alabilmek için sürekli dinden imandan, kaderden söz edecekler. Siyasetçiler, işin ucu kendine kadar uzanmasın diye suçun görünen, gizlenemeyen sorumlularının toz bulutu içinde kaybolup gitmesi için ellerinden geleni yapacaklar. Mahkemeler kurulacak; yeni vaatler, yeni umutlar piyasaya sürülecek, depremzedelerin olmayacak dualara inanmaları için elden ne gelirse yapılacak.

Bize de sessiz kalma karşılığı suç ortaklığı teklif edilecek ey okur.

Bir deprem daha var ufukta

Depremin acısı da, hüznü de, yoksulluk, yoksunluk, çaresizlik de sürüyor. Yaralanan hayatları yeniden, eskisi gibi kurmak zor, belki de imkânsız. Ve şimdi de bu depremin acılarını belki başka bir düzlemde sağaltabilmek için siyasi bir deprem bekliyoruz hep birlikte. Siyasi depremler düzeni sarsarlar, her türden değişime açık, dağınık bir yapının yeniden şekillenmesi olarak hayatımızı etkilerler. Siyasi depremlerin görünmese de faili, öznesi halktır. Ama kimi zaman fail öne çıkar, artık değişimi yönetmek istediğini belli eder. O zaman siyaset mühendislerinin işi zorlaşır. Her olayı çokbilmiş bir şekilde yorumlayan ve her durumda değişimi etkilemeye çalışan spekülatörler, yönetme yönlendirme çabalarının boşuna olduğunu görürler. Kötülüğün ömrü sona erdi belki de. Yine sarsılıyoruz ama bu kez başka bir deprem sarsıyor bizi.

Bu kez siyasi bir depremin ufuk açabilecek sarsıntılarını severek göğüslüyoruz. Umudumuz, çabamız, büyük bir coşkuyla beklediğimiz ve yalnızca beklemekle yetinmediğimiz siyasi depremin evleri başımıza yıkan katil depremin etkilerini kısa sürede yok edeceğini düşünüyor, umutlanıyoruz...
İyidir umut yalnızca umut değilse…