İktisadi gelişme ya da kalkınma, sadece büyüme değildir; zira büyümenin yanı sıra adil bölüşüm ve verimli kaynak dağılımı olmazsa, sonuç kaçınılmaz olarak mali, finansal dengesizlikler ve yüksek enflasyon olacaktır

Yine kriz! Şimdi ne yapmalı?

Bilin Neyaptı - Doç. Dr. Bilkent Üniversitesi

2018 Ağustos itibarıyla Türkiye ekonomisi, 2001 krizinden sonra bir kez daha çözülmeden biriktirilmiş problemlerinin ağır sonuçlarıyla karşılaşmış durumda. Konunun siyasi ve ideolojik boyutları çok önemli ve ekonomik boyutla yakından bağlantılı da olsa, bu yazı tümüyle iktisadi bir çerçevede kalmayı hedeflemekte.

Kara Cuma diye anılacak bu son krizin temellerini tam teşhis etmeden, çözüm önerme çabaları abesle iştigal olacaktır. 2001 krizi, esas olarak 1970’lerden itibaren artan mali disiplinsizlik ve kronik enflasyon sarmalının bankacılık sektöründe yarattığı açık pozisyonlar ile tetiklenmiş, ve önemli kurumsal reform ve düzenlemelerle birlikte siyasi değişime de yol açmıştı. Bu kurumsal reformların en önemli yansıması, 2007 global krizinde ekonomimizde gözlenen zafiyet sinyallerine karşın bankacılık sektörünün sağlam kalabilmesiydi. Global resesyon, iktidarın belirttiği şekilde Türkiye’yi teğet geçmedi; Türkiye ekonomisi (TÜİK hesaplarına göre) %4.7 küçülerek dünyada en ağır etkilenen ikinci ekonomi oldu; ve bu daralma finans sektöründen değil, ekonomik temellerdeki zafiyet ve özellikle de dış kaynak bağımlılığından kaynaklandı.

Yine mi enflasyon canavarı?
Peki, 2001 krizi sonrası yapılan hukuksal düzenlemelerle denetim ve gözetimi sağlamlaştırılmış bankacılık sektörü ve hukuksal bağımsızlık verilmiş bir merkez bankası 35 yıllık kronik enflasyonu nihayet %10’un altına indirebilmiş iken enflasyon neden tekrar artış eğilimine girdi? Burada belirtmek gerekir ki, enflasyon rakamları büyüdükçe, oynaklığı da artar ve reel yatırımlar için temel önem taşıyan öngörülebilirlik de hızla ortadan kalkarken spekülatif hareketler öne çıkar; bu sebeple, paranın değer kaybına yol açmadan, merkez bankasının gerektiğinde faiz artışından kaçınmaması son derece önemlidir. Ancak, siyasi otoritenin ekonomi bilimiyle bağdaşmayan açıklamaları ve zaman içinde bu açıklamalarla çatışamayacak kıvama getirilmiş kurumların, para politikası etkinliği açısından kilit önemi olduğu halde piyasa gelişmelerine zamanında tepki vermemesinin getirdiği kredibilite zararları zaten çok tartışıldı. Bu durum, esas olarak para politikasının kısa vadede piyasalar üzerindeki etkinliğini azaltmakla beraber, orta vadede belirsizlikleri artırışıyla daha büyük iktisadi sorunlara yol açtığı gerçeği görülemedi. Mesela, fiyatlar genel düzeyindeki artışların paranın fiyatına, yani faize, yansıması geciktiriliyorsa, o para birimini tutmanın reel getirisi ve bu nedenle talebi azalacağından diğer para birimlerine karşı değeri de düşecektir. Bugün yaşanan sorunların temel sebebi budur.

Ekonomi, bugün içinde bulunduğumuz krizde dahi sağlam görünen finans sistemimize rağmen neden zafiyetten kurtulamadı? Bu sorunun cevabı, enflasyonun yarattığı belirsizliğin ve kurumsal kredibilite kayıpları ile birlikte, ekonominin katma değer üretmekten ve verimlilikten uzak bir yapıya büründürülmüş olmasındadır. 2001 krizi sonrasındaki reformlar sonucu, liyakatlı ve uzman kadrolarla kronik enflasyonun sona erdirilmesinin yarattığı yatırım ortamında, 2007’deki global resesyona kadar olan kaynak bolluğu da göz önüne alındığında, Türkiye’nin orta gelir tuzağından çıkabilmesini sağlayacak kadar refah kazanımı sağlama potansiyeli taşıyordu. Ancak bu fırsat penceresi, refahın adaletsiz paylaşımı ve verimsiz kaynak dağılımı ile tam olarak heba edildi; yatırımlar iş olanaklarını artıracak fabrikalar yerine, bir kesimin hızla zenginleşmesine yol açan inşaat sektörüne; katma değer üretecek bilimsel eğitim yerine imam hatiplere; işçi sağlığı ve güvenliği yerine lüks kamu harcamalarına yönlendirildi. En zengin %1’lik nüfus kesiminin 2007’de GSYİH’den aldığı pay %17.4, ve nüfusun yüzde 50’sinin payı da %16.3 iken, 2016 itibarıyla bu paylar %23.4 ve 14.6 olarak gerçekleşti. Yani en zengin %1’lik kesimden ortalama biri, dar gelirli %50lik kesimden ortalama bir kişiye göre 2007’de yaklaşık 50 kat daha fazla kazanırken, 10 yılda bu fark kişi başı 80 kata ulaşmıştır! En zengin %1lik kesime sadece 10 yılda yapılan kaynak transferinin açık göstergesi bu rakamlar, refahın tabana yayılmadığının, ve dolayısıyla kalkınmanın gerçekleşmediğinin bir kanıtıdır. Bu hesabın sadece gelir akışı üzerinden olduğu ve diğer varlıkları kapsamadığı göz önüne alınırsa, refah farkı çok daha büyüktür. Bu sırada, reel geliri son 16 yılda yerinde sayan halkın büyük kesiminin üzerine, özendirilen tüketimle artan borçluluğunun yanı sıra, davetle sadece birkaç şirkete verilen ihalelerin garantileri dahi artan vergiler olarak yıkıldı. İşte dışa bağımlılığı da artıran bu adaletsiz ve verimsiz kaynak aktarımı, uzun seneler Türkiye’nin gelişme kapasitesini engelleyen enflasyon canavarını yeniden hortlattı, artan işssizlik ile birlikte de stagflasyon canavarını yarattı.

yine-kriz-simdi-ne-yapmali-501017-1.

İktisadi gelişme ya da kalkınma, sadece büyüme değildir; zira büyümenin yanısıra adil bölüşüm ve verimli kaynak dağılımı olmazsa, sonuç kaçınılmaz olarak mali, finansal dengesizlikler ve yüksek enflasyon olacaktır. Kalkınma ise sürdürülebilir büyüme demektir, ki bu da öngörülebilir ve şeffaf politikalar, bunları gerçekleştirecek kurumlar ve yüksek düzeyde beşeri sermaye ile mümkündür. Bu kurumların anayasa, kanunlar, devlet yapısı ve seçim sistemi gibi en temel olanları, toplumsal kültürü ve bireylerin beklentilerini şekillendirirler. Kurumların alınan karar ve uygulanan politikalardan sorumlu olması hesap verebilirliklerini sağlar. Türkiye’de son 16 yılda kanunlar sık sık değiştirildi, anayasa değiştirildi, devletin tüm yapısı değiştirildi!...seçim kurallarına dair son anda alınan kararlar halkın seçim güvenliğine inancını sarstı…ulusun varlıklarına ilgilendiren ve diğer çok önemli konularda kararlar mecliste değil, kanun hükmünde kararnamelerle alındı. Ve çoğunlukla karmaşık hukuksal değişimlerin ayrıntılarından habersiz halkın yarısının iktidarı desteklemesi, orantısız mali kaynaklarla sağlanırken, diğer yarısının değişimleri onaylamaması ve konunun uzmanlarının temellendirilmiş eleştirileri ciddiye alınmadı, yapıcı görülmedi. Siyasetten bağımsız bir yatırımcının olan biten değişiklikleri takip edip adapte olabilmesi ve önünü görebilmesinin neredeyse imkansızlaştığı bu ortamda, reel yatırımlar da ciddi anlamda sekteye uğradı.

Dış güçler:
Açık ekonomilerde yaşanan her krizde global ekonomik aktörler durumdan kendilerini korumak veya faydalanmak amacıyla hareket edebilir, ve emperyal güçler de ‘kötü emellerine ulaşmak’ diye addedebileceğimiz siyasi çıkarlar sağlamak isteyebilirler. Hatta, bugün yaşadığımız gibi, bir ülkenin çılgın bir yöneticisi haksız kararlar alıp ekonomik savaş açmak isteyebilir. Bu durumdan asgari zararla çıkmak için, katma değer üreten, tarımda kendine yetebilen, üretim çeşitliliği ile kendine yeni pazarlar bulabilen ve kalifiye işgücü ile üretimde esneklik gösterebilen bir ekonomi olmak gereklidir.

Orta gelir tuzağındaki Türkiye’de, objektif kriterlerle toplumsal gerekliliği açıklanamayan ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından desteklenmemiş bunca hukuksal değişim ve politika yanlışları, ülkenin gelişim potansiyeline önemli boyutta zarar vermiştir. Bu ekonomik ve ‘yapısal’ zafiyet halinde, diğer ülkelerle ilişkilerin de hem ekonomik hem de siyasi boyutta zarar görmesi doğaldır. Milli ekonominin zayıflaması ve bunun dış ilişkileri de negatif etkilediği açık olan bu durumda, “ne yapmalı” sorusuna dönelim. Yapılması gerekenler, 16 yıldır ihmal edilenler, ya da tam zıddı yapılanlardır: bilimsel eğitimi öncelemek; bilimsel olarak etkinliği kanıtlanmış kurumsal çerçeveleri, ki buna seçim sistemi ve hukuki yapılar da dahidir, sağlamlaştırılmak; liyakatlı uzmanlarca öngörülebilir sektörel politikalar geliştirmek; katma değer üretimi ve adil bölüşüm. Tüm bu konular son zamanlarda her entellektüel tarafından zaten ifade edilmektedir. Türkiye’nin tüm bu konulara bilimsellikle yaklaşabilecek uzman sorunu yoktur; sorun, “işi uzmanına bırakacak bir siyasi irade”nin nasıl ortaya çıkabileceğidir.

Diyelim ki bu irade şu an bir şekilde ortaya çıktı, kanımca aciliyet sırasına göre yapılması gerekenler şunlardır:
IMF’ye gitmenin sadece kısa vadeli bir çözüm olduğu; Türkiye’nin esas problemi olan kalkınma sorununa çare bulmadığı ve bulmayacağı gibi, uzun vadede iktisadi ve toplumsal sorunların katlanarak büyümesine sebep olduğu anlaşılmalıdır. Bunun yerine, devleti temsil edenler, öncelikle problemin gerçek sebeplerini kabul edip, sadece kendinlerine yakın olanlarla değil, liyakatlı uzmanlarla tartışarak, her sektör için acil politikalar oluşturmalıdır. Öncelikli sektörler olan eğitim ve imalat sanayinin her düzeydeki temsilcileri dinlenerek oluşturulan plan ve programlar halk ile açıkça paylaşmalıdır.
Yazlık saray, Kanal-İstanbul gibi projeler durdurularak bunlara tahsis edilen kaynaklarının, katma değer üretecek imalat sanayi ve tarım sektörlerine ivedilikle, denetimli teşvikler verilerek aktarılması gereklidir. Bu adımlar, iç ve dış piyasalara krizden çıkışa ve kalkınmada kararlılığa dair sağlam sinyaller verecektir.

Kurun artışı sebebiyle artacak turizm ve ihracat gelirlerinin ve yukarıdaki önlemlerle toplanan kaynakların IMF’ye gitmeyi gerektirmeyecek şekilde bir fona aktarılarak acil önlem planı çerçevesinde kullanılması sağlanmalıdır.
Ekonomik ve sosyal açıdan büyük sakıncaları olan mülteciler problemi, mültecilerin kendi ülkelerindeki güvenli bölgelere dönüşleri tedricen sağlanarak çözülmelidir.

Son 16 yılda, ‘varlıkları ülkenin büyüme perfroması ile açıklanamayacak boyutlarda’ artan kişi ve şirketlerin, sermayelerinin büyümenin üzerindeki kısmının aslında ülke kaynaklarının haksız dağılımı yüzünden olduğu gerçeği anlaşılmalı; ve bu kazançların ‘hukuksal olmayan kısmı’ incelenmeye alınmalı; haksız kazançların yeni bir varlık fonu oluşturularak kamuya iadesi sağlanmalıdır.

Kamu ihalaleri yoluyla zenginleşerek, varlıklarını yurtdışında tuttuğu tesbit edilenlerin, bu varlıklarını yurtiçine yönlendirmeleri sağlanmalıdır.

Devlet politikalarının şeffaf ve hesap verebilir olmasının hukuksal altyapısı tesis edilmelidir.

Varlık Fonu’na konu varlıklar ile ilgili tüm kararlar şeffaf olmalı ve sıkı denetime tabi tutulmalıdır.