Yok oluşun tanığı ve tetikleyicisi
Geleceğimizi belirleyecek en hayati soru: İnsan zekâsı, felaketin yaratıcısı olduğu kadar kurtarıcısı olabilir mi?

Dünya, her zaman büyük bir mücadele alanıydı. 2 milyon yıl önce, bugünkü gibi sıradan bir gezegen değildi. Smilodon gibi kılıç dişli avcılar, 2 metrelik terör kuşlarıyla aynı av için savaşıyor; dev yırtıcılar sabahın ilk ışıklarında avlanmaya çıkıyordu. Bu devler, Dünya'nın ilk hâkimi olmaya çalışırken, bir yandan türlerin varlık mücadelesi de devam ediyordu. Bu mücadelenin özüdür ki, yaşamın başlangıcından bu yana gezegenin düzenini belirleyen "güçlü olan hayatta kalır" kuralı her zaman geçerliliğini korumuştur. Dünya, sürekli değişen bir arenadır ve her canlı, bu değişime ayak uydurmak zorundadır. Dinozorlar, memeliler ve diğer büyük yaşam biçimleri de benzer bir yolculuğa çıkmıştı. Ancak, zamanla bu devlerin soyları tükenmiş, geriye sadece evrimsel izler kalmıştır. Yaşayan fosiller, bu uzun yolculuğun birer tanığıdır. Örneğin, köpekbalıkları neredeyse değişmeden kalmış türlerdir; milyonlarca yıl boyunca varlıklarını sürdüren bu canlılar, hayatın dayanıklılığını ve evrimsel zenginliğini gözler önüne serer. Balinalar ve yunuslar ise karada evrimleşmiş memelilerin denize dönüşümünün simgeleri olarak biyolojik sürekliliği hatırlatır. Kuşlar da aslında, dinozorların soyundan gelen son temsilcilerdir. Bu canlılar, geçmişle bugün arasında kurduğumuz görünmeyen bağları somutlaştırarak, evrimin sadece geçmişte değil, şu an da devam ettiğini vurgular. Doğa, sürekli bir değişim içinde olup, her canlı bu değişime ayak uydurmak zorundadır. İnsanlık da aynı geçerliliğe sahiptir.

ALTINCI YOK OLUŞU MU UYANIŞ MI?
Bugün, gezegenimizde 10 milyondan fazla tür yaşamaktadır. Ancak, bu çeşitliliği görebilmemiz, tarihsel açıdan çok kısa bir süreyi kapsar. Aslında, Dünya'da yaşamış olan tüm türlerin yüzde 99'u yok olmuştur. Kitlesel yok oluşlar, Dünya'nın evrimsel tarihinde birkaç kez büyük değişimler yaratmıştır. Birçok tür, çevresel değişiklikler, rekabet ya da beklenmedik olaylar nedeniyle tarih sahnesinden silinmiştir. Ancak, her kaybolan tür geride yeni bir başlangıcın tohumunu atmıştır. Yaşamın bu büyük kaybı, evrimin bir parçasıdır. Evrimsel yolculuğun başladığı nokta, belki de en küçük ve en basit yaşam formu, ama bir o kadar da evrimsel sürecin başlatıcısı olan, LUCA’dır. 4 milyar yıl önce, okyanuslarda beliren bu ilk mikroorganizma, tüm yaşamın temelini atmıştır. Tüm yaşam formlarının ortak atası olan LUCA, bir milyar yıl süren mikro evrim süreçlerinin ardından, bizlere kadar gelen hayattır, mucizedir. Altıncı yok oluşun eşiğindeyiz ve bu kez düşen sadece bir tür değil, tüm gezegenin dengesi. Bugün yaşadığımız krizlerin çoğu, evcilleştirme tutkusunun, kontrol arzusu ve sınırsız üretim arayışının doğal bir sonucu. Tarım alanları gezegenin yarısını kaplıyor, atmosfer insan eliyle ısıtılıyor, okyanuslar yükseliyor. Biz, bu kitlesel yok oluşun hem tanığıyız hem de tetikleyicisiyiz. Ancak insanlık, tarihte ilk kez kendi felaketini fark edebilen bir tür. Zekâmız suç ama aynı zamanda çözüm üretme potansiyeline de sahip. Bu noktada bir seçim yapmamız gerekiyor: Ya doğayla savaşa devam edip sonumuzu hızlandıracağız, ya da doğanın bir parçası olduğumuzu kabul ederek, onu koruma yolunda adımlar atacağız. Yaşam, her zaman direnmenin bir yolunu buldu; belki bu kez, biz de ona yardım edebiliriz.
İklim krizi, karşı karşıya olduğumuz en büyük ve en acil tehditlerden biri olarak öne çıkıyor çünkü tüm gezegenin geleceğini belirleyecek ve insanlık tarihinin en büyük sınavını sunacak bir değişim sürecinin içindeyiz. Ne yazık ki, iklim değişikliği karşısında sunulan çözümler, çoğunlukla “yeşil enerji” gibi kavramlar altında yapılan uygulamalarla sınırlı kalıyor ve bu çözümler, gerçekte ekonomik ve politik çıkarları besleyen stratejilere dönüşüyor. Örneğin, büyük rüzgâr enerjisi projeleri çevre dostu bir çözüm olarak sunulsa da, bu projeler çoğu zaman yerel ekosistemlere zarar vererek hayata geçiriliyor ve büyük sermaye gruplarının çıkarlarını kolluyor. Ancak, doğayla kurduğumuz ilişkiyi yeniden şekillendirdiğimizde, ekosistemle uyumlu bir yaşam kurmanın mümkün olabileceğini görebiliriz. Bu yalnızca teknolojik çözümlerle değil, aynı zamanda tükettiklerimizle de doğayla olan bağımızı yeniden tanımlamak anlamına geliyor. Hayvansal üretim, ekosistem üzerinde yıkıcı bir etki yaratıyor ve bu etki, iklim krizini daha da derinleştiriyor. Dünya Tarım Örgütü’ne (FAO) göre, tarım ve hayvancılık sektörü küresel sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 18’ini oluşturuyor. Bu, sektörü taşımacılık ve sanayi sektörlerinden daha büyük bir emisyon kaynağı haline getiriyor. Özellikle, hayvancılıktaki metan gazı salınımı, küresel ısınma üzerindeki etkisi açısından karbondioksitten 25 kat daha fazla. Bu farkındalıkla, iklim krizine sadece felaket senaryoları üzerinden değil, aynı zamanda çözüm yolları ve sorgulayan bir zihinle yaklaşmalıyız. Geleceğimizi belirleyecek en hayati soru şu: İnsan türünün zekâsı, felaketin yaratıcısı olduğu kadar kurtarıcısı olabilir mi?
∗∗∗
İKLİM KRİZİ ÜZERİNE YAPIMLAR
• Planet of the Humans (2019) - Yenilenebilir enerji projelerinin endüstriyel çıkarlarını sorgulayan belgesel.
• An Inconvenient Truth (2006) - Al Gore’un küresel ısınma mücadelesini anlatan klasik belgesel.
• Don’t Look Up (2021) - İklim hareketsizliğini eleştiren mizahi film.
• Princess Mononoke (1997) - Doğaya zarar veren insanlığı konu alan animasyon.
• Before the Flood (2016) - Leonardo DiCaprio’nun iklim değişikliği belgeseli.
• Carbon Crimes (2021) - “Yeşil yıkama”nın ekonomik yüzünü açığa çıkaran etkileyici bir yapım.
Kaynakça: PLoS Biology, Royal Society, ScienceDirect, AAAS, Journal of Industrial Ecology, Environmental Science & Technology ve diğer akademik çalışmalar.