Unutulmasın ki bu yirmi yıllık karanlığın bugün sonuna gelindiyse bunca yıl iktidarda kalmalarının günahı kadar, yıkılacakları koşulları yaratmanın onuru da bu ülkenin ilerici devrimci insanlarının yürüttükleri mücadelenin sonucudur.

Yol ayrımındaki ülke

Türkiye hızla bir yol ayrımına doğru ilerliyor. Cumhuriyetin yüzyıllık tarihinin son yirmi yılına damgasını vuran siyasal İslamcı rejim için tamam mı devam mı sorusuna yanıt bir referandum niteliği kazanan 14 Mayıs seçimlerinde verilecek.

Bu kritik seçimlerde eğer AKP-MHP iktidarına son verecek bir sonuç ortaya çıkarsa elbette ülkenin çok köklü sorunları ânında çözülecek yanılgısına düşmemek gerekiyor.

Kuraldır; bir toplumsal değişim ânında kurulacak yeni dönemin sınırları bu değişime öncülük eden toplumsal siyasal örgütlenmeler tarafından çizilir. Bugün 6’lı Masa tarafından ilan edilen “güçlendirilmiş parlamenter sistem” olarak tanımlanan siyasal sistem bu “değişim”in yeni çerçevesi olarak gündemde.

Yakından bakıldığında bunun AKP-MHP iktidarı döneminde yaşanan yıkıma ve bunun yarattığı tahribata bir “pansuman” işlevi görebileceğinden kuşku duymamak gerekiyor.

Bugün her düzlemde büyük bir krize sürüklenmiş mevcut rejimden gerçek çıkış yolu ancak köklü bir sol-devrimci programla mümkündür. Büyük bir toplumsal felaket olarak yaşadığımız deprem ve yarattığı yıkımın ortaya çıkardığı gerçekler bu çıkış yolunun ipuçlarını ortaya koymaktadır.

Çok açık ortaya çıktı ki depremle birlikte AKP-MHP iktidarının bütün dayanakları da büyük bir gürültüyle yıkıldı. İktidarlarının üstüne yükseldiği neoliberal, İslamcı ve milliyetçi kolonlar çöküşü önleyemedi.

Birinci kolon neoliberal ekonomi politikasıydı. Özelleştirmeler, kamu kaynaklarının yağmalanması ve nepotizmle uygulamaya konulan ekonomi politikalarının acı sonuçları depremle beraber ortaya çıktı. Yandaş müteahhitlerin çalarak çırparak siyasal nüfuslarını kullanarak denetimden kaçırdıkları inşaatların yıkıntıları altında onlarca insan can verdi.

İnşaata dayalı ekonominin rant alanı olan hastaneler, yollar, havaalanları, kamu binaları depremde ilk yıkılan yerlerdi. Geriye binlerce insanın enkaz altında can verdiği, yandaş inşaat şirketlerinin yıkılan kentler için yeni açılan ihalelere katıldığı bir utanç tablosu kaldı. Enkaz altından çıkartılan bir kadının “beni özel hastaneye götürmeyin param yok” deyişi siyasal İslamcı rejimin ahlaken ve vicdanen yıkılışının da göstergesiydi.

Mevcut iktidarın yıkılan ikinci kolonu halklar arasında her vesileyle düşmanlık körükleyen “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” teranelerini sürekli yineleyen milliyetçilikti. Bütün bölge halklarını “bir gece ansızın gelebiliriz” diye tehdit eden milliyetçi dil depremle birlikte yerle bir oldu. Evet, bu kez Yunanistan’dan, Ermenistan’dan, Kürdistan’dan dünyanın bütün ülkelerinden “bir gece ansızın geldiler. Depremde halkına yardım etmekte çaresiz kalan devletin yapamadıklarını yapmak için büyük bir dayanışma gösterdiler. Görüldü ki halkların halklardan başka dostu yokmuş. Felaketlerin etnik, dinsel vb nedenlerle halklar arasında düşmanlık körükleyen ayrımları ortadan kaldıran birleştirici gücü milliyetçiliğin ve dinciliğin ayrıştırıcı söylemlerini boşa çıkartabiliyormuş.

Yirmi yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten siyasal İslamcılık da depremin yarattığı yıkımla beraber ekonomik, siyasal açılardan çöktü. Üstelik ahlaki ve vicdani olarak çökmesi de buna eklendi. AKP iktidarı boyunca dışlanan baskı altında tutulan bilimsel düşüncenin karşısına kaderi koyan anlayış kendi saflarında bile taraftar bulmadı. “Yol yaptılar, köprü yaptılar” diye popüler dile yerleşen AKP övgüsü yıkılan yollar ve köprülerle birlikte çöktü.

Diyanet Başkanlığı’nın vicdanları kanatan fetvaları, “tekbir getirme” şovları, insanlar enkaz altında can verirken kurtarma faaliyeti yerine okutulan salalar, tarikatların enkaz altından kurtarılan çocukları kaçırma faaliyetleri İslamileştirilen rejimin geldiği içler acısı durumu gözler önüne serdi.

Görüldü ki bütün kurumlar AFAD, Kızılay vb liyakatsiz kadrolarla içi boşaltılmış birer arpalık haline dönüşmüş ahlaki ve vicdani olarak çökmüş durumda. Ortaya bir organizasyon rezaletiyle deprem bölgesindeki insanları çaresizliğe terk eden devlet çıktı. Tek adamın ağzına bakan karar alma süreçlerinin Saray’daki birkaç kişiye kadar daraldığı bir siyasal anlayışın bu ağır sorunun altından kalkması mümkün değildi. Deprem gösterdi ki hızlı karar alma adına halka dayatılan ve devleti bir şirket gibi yönetmeye kalkan tek adam rejimi de iflas etmiştir.

Bu beceriksizliğin yarattığı öfkeyle halka hakaretler yağdıran tehditler savuran AKP-MHP iktidarının bu ülkeye vereceği tek bir şey kalmamıştır. O nedenle gündemin en yakıcı sorunu bu iktidara son vermektir.

Bütün bunlara karşın depremin enkazının altından halkın kendi kendini yönetmesinin, yardımlaşmanın, uluslararası dayanışmanın ve bilimin ışığı da çıkmıştır. İktidarın yıllardır dışladığı ötekileştirdiği TMMOB, TTB, Barolar gibi meslek örgütleri, ilerici sendikalar, maden işçileri, sol-sosyalist partiler, sivil toplum örgütleri, Büyükşehir belediyeleri bütün engellemelere karşın büyük bir dayanışma gösterdiler.

İktidarın 15 Temmuz’da olduğu gibi “milli birlik, beraberlik” teranesiyle kendi günahlarını örtme hamlesi de bu kez bir karşılık bulmadı. Uzun yıllar ekonomik sosyal siyasal sonuçları olacak bu toplumsal felaketin baş sorumlusu olan AKP-MHP iktidarına bir kez daha fırsat vermemek yakıcı bir görev olarak önümüzde duruyor.

Bu başlangıçtan beri vurguladığımız ikili görevin bugün daha da somutlandığını ortaya koyuyor: Tek adam rejimini yıkmak için ortak adayda buluşmak ve Türkiye’nin yeniden kuruluşunda sol-sosyalist güçler olarak birlikte hareket etmeyi başarabilmek.

Unutulmasın ki bu yirmi yıllık karanlığın bugün sonuna gelindiyse bunca yıl iktidarda kalmalarının günahı kadar, yıkılacakları koşulları yaratmanın onuru da bu ülkenin ilerici devrimci insanlarının yürüttükleri mücadelenin sonucudur. Lula’nın dediği gibi 14 Mayıs’ta “cehennemin kapısı”nı kapatıyoruz; “cennetin kapısı”nı ise ancak örgütlü bir mücadeleyle devrimci bir programı hayata geçirerek aralayabiliriz.