Google Play Store
App Store

Belgesel sinema, globalleşen neoliberal dünyaya karşı bana göre bir direniş sergiliyor. Bu seçki dışında kalan filmlerle beraber, sinemanın mikro ölçekli de olsa geçmişle olan bağını koruyor ve bunca yabancılaşmaya karşı bir set oluşturuyor.

Yollar, dönüş ve arayışlar

Anıl Boydağ - Film Eleştirmeni

"Kimliğini yitirince, dünya ile olan bağlantını kaybedersin. Ve bu olalı çok uzun zaman oldu. Bu yüzden hep kanıta ihtiyaç duyuyorsun, hâlâ var olduğunun kanıtına. Hikâyelerine ve tecrübelerine, çiğ yumurta muamelesi yapıyorsun. Bir şey deneyimleyen bir tek senmişsin gibi. Ve bu yüzden fotoğraf çekmeye devam ediyorsun. Gördüklerinin gerçekten kendin görüp görmediğini kanıtlamak için."1

Bu yazının, en başında bütün motivasyonu son bölüm, bu bölümde özellikle 2010 sonrası belgesel sinemadaki değişime, arayışa, dönüşe ve yollara odaklanacağız. 2010’lar ve 2020’lerin hatta belki pandeminin bize getirdiği en büyük duygulardan biri nostalji. Duygudan çok bir durum olarak bile kodlayabiliriz.

Ebeveynlerinin yaptığı seçimlerle bazen yersiz yurtsuz kalan bazen dünyanın diğer ucunda başka bir evi ve kültürü olan insanlar... Buna ilk örnek Aya Koretzky’nin 2018 yapımı filmi Around the World When You Were My Age filmi. Babasının, ’70’lerin vizesiz dönemi sayesinde Japonya’dan çıktığı Dünya turu, Koretzky’nin de bütün serüvenini ve köklerini yaratıyor. Bir şekilde Portekiz’de biten ve Koretzky’nin anne babasının tanışmasına da olanak sağlayan bu sürece odaklanıyor film. Babasının bu yolculuktan kalan anıları, fotoğrafları, hatıraları ve Koretzky’nin Portekiz ve Japonya arasında giden hayatına dair aradığı anlamlara bakıyoruz. Bu yolculuk ve günümüzdeki arada kalmışlık halinde giden sinematografi bütün filmin rengini belirliyor. Nostalji film boyunca bir durum haline geliyor, aynı şeyi herhalde ilk babam, sonrasında da amcam öldüğünde cenaze evinde kuzenlerimle eski fotoğraflara bakarken fark etmiştim. O çocuk hayatımıza olan özlem, ebeveynlerimizin de insan olduğu, bizden bağımsız bir hayatlarının olduğuna dair farkındalık ve bütün hatalarını biraz geç de olsa dillendirebilmek... Bir nevi nostaljik medidatif eylem, ki Koretzky’nin bütün filmi bu hissin bu duygunun bir duruma dönüşmüş halidir diyebiliriz. Tam tersine nostaljinin daha fazla acıyı doğurduğu, bazan hiç ulaşamamanın, bilmemenin verdiği boşluk duygusunun ise Karim Aïnouz’un, 2021 yapımı Mariner of Mountains ve Lina Soualem’in 2023 yapımı Bye Bye Tiberias filmlerinde görüyoruz. Karim Aïnouz Brezilyalı bir anne ve Cezayirli bir babanın çocuğu. Anne ve babası ilk olarak Amerika’da eğitim görürken tanışıyorlar, ancak Karim doğmaya yakın annesinin vizesi bitiyor ve bu süreçte ebeveynler bir daha bir araya gelmiyor. Aïnouz, Brezilya’da doğup büyüyor ve babasıyla her zaman sorunlu bir ilişkisi var. Geçen uzun yılların ardından, Aïnouz Cezayir’deki kökenleri bulmak için bir yolculuğa çıkmaya karar veriyor, babasının Amerika’ya geldiği gibi o da Cezayir’e bir gemiyle gitmeye karar veriyor. Bu gemi yolculuğu yine nostaljik bir yolculuk, doğumu gibi acı verici bir yolculuk. Amerika’da yaşayan babasının beraber gitme tekliflerini hep reddediyor, Brezilya’da annesinin tek başına yaptığı acı verici doğum gibi, Cezayir’e doğru giden bu doğuş da tek başına olmak zorunda. Yolculuk boyunca Aïnouz’un ebeveynlerinin geçmişini ve bu arada kalmışlığı öğreniyoruz. Hüznü ve acıyı beraberinde getiren, bu tek başına yolculuk, babası için her şeyin başladığı köye dönüş, geç gelen bir metamorfoz gibi ama ne olursa olsun asla ait olamayacağını da bilmenin kanıtı. Belki de Aïnouz için gerekli bir hayat döngüsü ve belki de kökün bir yerde değil bir insanda yani annesinde Iracema’da olduğuna dair bir kanıt. Buradan Bye Bye Tiberias’a geçiş, daha da sert daha da üzücü. Halen işgal altında olan ve her gün bombalanan Filistin topraklarına nostaljinin en keskin ve hiçbir şeyin, hiçbir görüntünün artık imkânı olmamasına dair bir belgesel. Belki de en acı şey geçmişe dair hatırlanan, konuşulan neredeyse hiçbir şeyin artık orada olmayışı, cebirle insanın elinden alınışı... Succession’da oynadığı Marcia ve Ramy’de oynadığı Maysa rolleriyle son yıllarda popüler kültürde de iyice tanınmaya başlayan Hiam Abbass’ın kızının yönettiği belgeselde, Abbass’ın ailesinin Siyonistler tarafından Tiberya’dan zorla sürgün edilmesi ve sonrasında dört bir yana dağılan bu geniş ailenin ve onların savrulsa da hâlâ Tiberya’da olan köklerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Abbass’ın oyunculuk hayali için Fransa’ya oradan Amerika’ya uzanan hikâyesi, özel hayatında yaşananlarla ve aynı zamanda ailenin kronolojik hareketleriyle beraber anlatılıyor filmde. Ev belki hâlâ bir ev ama bütün ailenin kökenlerinin olduğu Tiberya da uzakta, bazısı Filistin’de, bazısı Suriye’de diğerleri dünyanın farklı yerlerinde işgal edilmiş topraklarını belki göremeden ölecekler... Bunun getirdiği ağırlık hem geçmiş arşiv görüntülerinde hem ailenin kutlamalarında ve yaşamında kendini buluyor, nostalji burada inanılmaz bir ağırlık kazanıyor, tatlı mutlu bir anı değil de acıyı yansıtıyor. Ayrılıklar, kavuşmalar, evlilikler yine ayrılıklar ama hem hüzün hem mutluluk hep eksik, bu da Bye Bye Tiberias’ı bu seçkide ayrıksı kılıyor. İnsan filizlendiği yere yabancı, filizlendiği yerde düşman ve yasak. Filistin hâlâ uluslararası yasalara aykırı bir biçimde, apartheid rejiminin içinde direnmeye ve ayakta kalmaya çalışıyor, Hiam Abbass’ın hikâyesi de bunun dışında değil, hayatı direnmek ve ayakta kalabilmekle alakalı. Önce siyonistlere karşı, sonra ailesine karşı sonra kocalarına karşı ama bir şekilde bunu başarıyor. Soualem’in annesinin hayatına dair kanıtı ve asla göremeyeceği köküne ulaşma isteği, Bye Bye Tiberias’ı eşsiz bir yolculuk yapıyor.

Belgesel sinema, globalleşen neoliberal dünyaya karşı bana göre bir direniş sergiliyor. Bu seçki dışında kalan filmlerle beraber, sinemanın mikro ölçekli de olsa geçmişle olan bağını koruyor ve bunca yabancılaşmaya karşı bir set oluşturuyor. Aynı zamanda bireyin, ailenin ve köklerin antropolojik birçok örneğiyle beraber, nasıl şekillendiğini hangi koşullarda nasıl yön aldığını bize gösteriyor. Bunların hepsi kanıt, bir sinemacı için belki de en önemli şey, hepsinin yaşandığına dair bir kanıt. Her bir örnekte başlangıçtaki motivasyon farklı ama hepsi bu yolculuğun başladığı yere dönüyor. Başlangıç hepimizin hikâyesini ve çelişkilerini belirliyor, bazısı buradan çıkış için bazısı anlayabilmek için bunu yapıyor ve sonucu belki bulamayacağız ama belgesel sinemanın bu kavramları ele alışı bize yeni bir perspektif sunuyor. Bu arayış ve kaygı insanı tamamlıyordur belki buna bir cevap verebilmek gerçekten çok zor, yine de her insan belgesel sinemanın bu gücüyle kendi kişisel hikâyesiyle benzerlik kurmaya ya da benzer duyguları bulmayı başaracak, orası kesin.

”Bu yazı, Aile, Kökler ve Ev Üzerine Belgesel Sinemada Nostaljik Bir Yolculuk” başlıklı iki bölümlü yazı dizisinin ikinci kısmı.

1 WENDERS Wim (Yön.), Alice Kentlerde (Alice in den Städten), Road Movies Filmproduktion (Yap.), Batı Almanya 1974.