Yönetmen Tolga Karaçelik: Sanatçının görevi gördüğünü söylemek
Yönetmen Tolga Karaçelik ile son filmi Saykoterapi ve gündem üzerine söyleştik. Karaçelik "Sanatçının gördüğü şeyi söylemek görevidir, var olan haksızlıklar, adaletsizlikler, hukuksuzluklar karşısında susmak diye bir şey asla olamaz" dedi.

Emine Uçar İlbuğa
Senarist, yapımcı ve yönetmen Tolga Karaçelik, Türkiye sinemasında kendine özgü sinema dili, üslubu, ele aldığı hikâyeler ve yarattığı karakterlerle sinemasal yolculuğuna devam ediyor. Son filmi The Shallow Tale of a Writer Who Decided to Write About a Serial Killer (Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Bir Yazarın Sığ Hikâyesi), kısa adıyla Saykoterapi, New York Tribeca Film Festivali’nde ilk gösterimini gerçekleştirdi ve Seyirci Ödülünü aldı. Türkiye’de ise Saykoterapi İstanbul Film Festivali’nde ilk kez izleyici ile buluştu ve bugünlerde hem dünya hem Türkiye sinemalarında gösterimde. Tolga Karaçelik ile son filmi Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Bir Yazarın Sığ Hikâyesi / Saykoterapi üzerine konuştuk.
Gişe Memuru (2011), Sarmaşık (2015) ve Kelebekler (2018) ulusal ve uluslararası festivallerde seçkiye girdi, ödüller aldı. Hatta ilk filminiz Gişe Memuru New York Museum of Modern Art’ın (MoMA) arşivine girdi. İkinci filminiz Sarmaşık Sundance Film Festivali’nde açılış yaptı ve üçüncü filminiz Kelebekler ise aynı festivalde “Büyük Jüri Ödülünü” aldı. Son filminiz Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Bir Yazarın Sığ Hikâyesi’ni New York’ta ve birçok filmlerden dizilerden tanıdığımız, usta oyuncularla çekme fikri nasıl oluştu? Bu süreç nasıl gelişti?
İlk etapta yazarken, konusu itibariyle biraz daha Atlantik kıyısında bir film gibi hissettim çünkü bir seri katil olgusu var, ondan sonra evlilik terapisi gibi filmin ana usulleri var, dolayısıyla Türkiye'den ziyade daha yurtdışında bir film gibi canlandı gözümde ve yazmaya da ilginç bir şekilde İngilizce olarak başladım. Önce Kollmick karakteri oluştu hatta karakterin ismi ve filmin ismi her şeyden önce oluştu diyebilirim. Daha sonrasında film ilerlerken fark ettim ki oranın filmi, zaten film yapmayı, çekmeyi de ben New York'ta öğrendim. 2003 yılında New York'ta yaşadım ve sonrasında karıma evlilik teklifini New York'ta yaptım, dolayısıyla New York benim için özel bir şehir ve bu sebepten dolayı da New York'a her zaman bir şeyi geri vermek istiyordum, açıkçası onun bu film olabileceğini düşündüm. İstanbul'dan sonra en sevdiğim şehirdir. Dolayısıyla New York karakterlerden birisine dönüştü. Bu sebeple filmin konusu itibariyle de İngilizce olması gerektiğine karar verdim.
John Magaro (Keane), Britt Lower (Suzie) ve Steve Buscemi’nin (Kollmick) başrollerini üstlendiği filmde Tuğçe Altuğ, Nadir Sarıbacak gibi Türkiye’den oyuncular da rol alıyorlar. Filmde ulusötesi oyuncuların biraradalığı oyuncu yönetimi konusuna nasıl yansıdı?
Oyuncularla diyaloğum benim her zaman iyidir sette. Set ekibiyle de çok iyidir. Bunda da çok farklı bir şekilde yaklaşmadım oyunculara, iyi oyuncu vardır, kötü oyuncu vardır, yani oralı buralı diye çok fazla ayırdığım bir şey değil açıkçası. Türkiye’de çektiğim filmlerimde de çok iyi oyuncularla çalışmıştım. Bu filmde de çok iyi oyuncularla çalıştım. Zaten iyi bir oyuncu yönetmeni olmanın en büyük sırrı iyi oyuncu seçmekten geliyor, dolayısıyla benim için çok farklı değildi. Mesela Steve Buscemi Nadir'in (Sarıbacak) Sarmaşık’ta oynayan oyuncu olduğunu anlayınca heyecanlandı ve tanışmak istedi, tanıştırdım. Aynı şekilde bir önceki Suzie karakteri de Tuğçe (Altuğ) ile tanışmaktan çok mutluydu. Tuğçe’de Kelebekler’in Suzi’si (Suzan’ı) idi biliyorsunuz. Karakterler aslında benzer yerlerden, dolayısıyla o setteki buluşmalar da bana keyif verdi ve benim için çok fark eden bir şey olmadı. Oyuncu yönetimi benim keyif aldığım bir şey. Çünkü benim yazdıklarıma ilk inananlar genelde oyuncular oluyor. Dolayısıyla oyuncular çok farklı değil, herkes aynı şeyleri yapıyor, herkes aynı oluşumlara giriyor, seçimlere giriyor, herkes benzer beklemelerden geçiyor. Nasıl biz farklı milliyetlerden yönetmenler festivallerde bir araya geliyoruz, aynı dertleri yaşayan insanlar olduğumuz için, aynı zanaat ile uğraşan insanların genelde benzerlikleri oluyor, çok farklı değil açıkçası.
Filmin ilk bölümünde Keane’in (John Magaro) yazmak istediği milattan önce Slovenya’da, bir Homosapiens kadın ile Neandertal adamın aşkı üzerine planladığı romanı yayınevi editörü gibi, arkadaş ortamında da ciddiye alınmıyor. Filmin birinci bölümünde karanlık, ıslak New York sokakları, iç mekânda evli çift arasındaki sorunlar, ruhsal gelgitlerle kara film atmosferi ve daha yavaş bir ritimle öne çıkarken ikinci bölümde emekli bir seri katil Kollmick’in (Steve Buscemi’) yazara bir katilin hikâyesini yazma konusundaki teklifi ve ona bu süreçte vereceği profesyonel destek, aile terapisti rolünü de üstlenmek durumunda kalmasıyla absürd öğeler daha belirginleşiyor. Böylece film bir yandan kara komedi yanı daha ağır basan hızlı bir ritme evriliyor öte yandan tıkanmış olan evlilik sağlam bir birlikteliğe dönüşmeye başlıyor. Bu dönüşme Suzie gibi karakterlere de yansıyor. Sorum şu: Saykoterapi’nin ritmi daha önceki filmlerinizdeki ritimden daha farklı. Bu bazen bir yönetmen için risk almak olabiliyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Aslında geriye baktığım zaman filmlerimde daha çok benzer noktalar görüyorum, birbirinden farklı noktalardan ziyade. Tabii ki çok farklı janrlarda film çekiyorum, film içerisinde çok farklı janrlara gidip geldiğim de oluyor. Fakat bu filmde kısa filmim Rapunzel’den beri öğrendiğim bir şeyi devam ettiriyorum. Bu bakımdan filmlerime bakarsanız aslında çok farklı değildir. İlk başta karakterleri anladığımız ve onlarla daha fazla zaman geçirdiğimiz için biraz daha ağır bir tempoyla başlar, daha sonra olaylar geliştikçe büyütmeye çalışırım. Sarmaşık'ta da böyleydi. İlk başta sakin sakin insanları tanıdık, ondan sonra yavaş yavaş gerilimi artırarak sonuna doğru artık bir katarsise doğru gidiyorlardı. Kelebekler de keza aynı şekildeydi. Bu Gişe Memuru’nda biraz daha farklıdır, biraz daha düz hikâye anlatım biçimi vardır. Fakat Rapunzel’de öğrendiğim bir seyirciyle anlaşma yaptığınız zaman o anlaşmayı, birazcık daha beklemediği bir yerden yaptığınız zaman verdiğiniz şey biraz daha fazla kabul ediliyor seyirci tarafından. Yani biraz daha sakin, biraz durağan bir film izleyeceğim derken, bir anda o seyircileri alıp bambaşka bir yere götürdüğünüz zaman seyirci daha mutlu ayrılıyor. Ben de öyle filmler izlerken daha keyif alıyorum, beklemediğim bir anda neler oluyor, tavuklar patlıyor, bir şeyler oluyor, insanların kafasından sarmaşıklar çıkıyor. Dolayısıyla bu esasında yapmaktan keyif aldığım ve çok da farklı olmayan formülasyon içerisinde. Geri dönüp baktığım da kendi filmografimin hepsinde esasında benzer bir ritim var. Bu filmde biraz daha fazla abartmış olabilirim, çünkü elimi korkak alıştırmadım ve ne yapmak istiyorsam yaptım çünkü bir yazarın sığ hikâyesi dediğim hikâyeyi yazıyordum. Birazcık Pulp Fiction gibi, daha böyle eğlenmek için yazdım açıkçası, yazarken de çok eğlendim ve hiç de kendimi tutmadım. Dolayısıyla biraz fazla olmuş olabilir diğerlerine nazaran. Fakat ritim formülasyonuna baktığım zaman esasında Rapunzel’den beri öğrendiğim seyirciyle anlaşmayı yaptıktan sonra vites artırmak, seyirciyi de beni de daha mutlu ediyor. Ben kendi hayatımda da karmaşayı severim, hep benzer karmaşada buluyorum zaten kendimi. Yemek yaparken de mesela ben bol koyarım sosu, sakınmam yani. Dolayısıyla bu konu hakkında bunu söyleyebilirim. Her film kendi gerektirdiği şeyi buluyor ve her film kendi ritmini yazarken belirliyor. Bu biraz daha önce dediğim gibi yazarken de eğlenerek yazdığım bir film.
Bugüne kadarki çektiğiniz filmlerde kendine özgü sinema stilinizle bir Tolga Karaçelik sinemasından söz edebiliriz. Saykoterapi filminizi izlerken Keane ve Suzie’nin yağmurlu New York gecesinde kırmızı ışıkta geçişleri, mutfakta maskarası akmış halde kilolarca soğan doğrayan Suzie karakteri, Arnavut silah kaçakçısı ve bardaki Lama örneği, Keane’in yatak odasına girerken duvara yansıyan gölgesi ve Suzie’nin öldürülme korkusunda olduğu gibi filmin absürd mizahi diliyle, korku, psikolojik dram, neo noir ve gizem türleri arasında geçişler var. Film aynı zamanda Murnau’nun Bir Dehşetin Senfonisi Nosferatu’dan Hitchcock’un Psycho’suna, David Mamet’in Oyun Evi’nden Aki Karusmaki’nin Leningrad Kovboyları ve Tarantino’nun Pulp Fiction’ına uzanan metinlerarası okumalara da açık. Bu metinlerarasılık Tolga Karaçelik’in kendi sinemasal yolculuğundaki beğenilerine bir atıf olarak yorumlanabilir mi?
Yazarken pek fazla düşünmüyorsunuz bunları, yazarken o bir kendini kaybetme hali var, dolayısıyla hiçbir şeyi çok da planlayarak yapmıyorum. Ama daha sonrasında mühendislik kısmı geldiği zaman, yani yazılım bittikten sonra zamanlamalar üzerine uğraşıyorum. Mesela izlerken dakikalarımı bilirim, dakikaları post-ite yazarım, sahneleri, filmi önümde görürüm ve şurada artık sıkıldım, burada biraz hızlı akmamız lazım, buradan şuraya gitmemiz lazım gibi. Bu da çok fazla değişik şeyler denediğim filmdi açıkçası, sonunun birazcık punk bitmesi dahil, bunları yaparken tabii nereden geliyor bilemem bütün bunlar, ben sizin söylediğiniz gibi metinlerarasılık veya filmlerarası okuma yaparak yazmıyorum, yapsam hele kesinlikle yazamam büyük bir ihtimalle. Nasıl ayaklarına bakarak koşamazsan dolayısıyla ben yaparken de mühendislik kısmı geldiği zaman çoktan yazım kısmı bitmiş oluyor. Orada da düşünerek yapmadığım bir şeyi düşünerek nasıl çekebilirim mühendisliği başlıyor açıkçası. Fakat daha öncekilere kıyasla çok daha rahat yazdığım bir filmdi bu. Tabii film izlemeyi ve sinemayı çok seven bir yönetmenim ve bazı şeyler sizin söylediğiniz gibi olabilir, birazcık da ne yerseniz o’sunuzdur ya onların da tabii ki dünyamın şekillenmesinde çok etkisi vardır.
Suzi karakterinin elinde bıçakla kilolarca soğan doğradığı ve maskarasının tamamen aktığı sahnede eşi Keane elinde şarap kadehi ile dans ediyor. Bir çift ve iki farklı duruş, aile terapisi ve terapist emekli seri katilin bir oyuncak kedi bebek üzerinden çiftlerin birbirileri ile konuşmalarını sağlama yöntemi, günümüz evlilikleri üzerine de eleştirel bir yaklaşım getiriyor diyebilir miyiz?
Kesinlikle, zaten film bence bir çift olmaya inanç üzerine, yani Don Kişot’ta Sancho Panza’yı da buna ekleyebiliriz. Gerçek yapmak için eğer inanırsan gerçek olur veya bu gerçekten bir hikâyedir. Kollmick üzerine yazarken, soğan sahnesi bir de terapi sahneleri bence filmin belkemiğini oluşturuyor zaten. Tabii ki filmin sözü çift olmak üzerine. Çift olabilmek nedir? Nasıl çift olursun bunun üzerine. Bir çiftin esasında kendi yolculuğunu yapıyoruz, baştaki Homosapiens-Neandertal ilişkisini de bu açıdan değerlendirmek lazım. Filmin sonunda da evlilik hakkında da düşüncesini söylüyor aslında film. Âşıklar mağarada birbirlerini öldürmeye çalışıyorlar ama sonra donmamak için birbirlerine sarılarak uyuyorlar. Bu toplumumuzdaki şu an tabii ki bireylerin yalnızlığı üzerinden de okunabilecek bir film ve niçin iki kişi olmak bu kadar zor? Bireylerin yalnızlığı üzerine de sözü olan bir film olduğunu düşünüyorum. Onun dışındakiler de zaten eğlencesi gibi geliyor filmin ana teması dışında.
Filmin sonunda Keane’nin bir türlü yazamadığı ve kimseyi bir türlü inandıramadığı mağaradaki Homosapiens-Neandertal aşkı çok başka bir kulvardaydı ama yönetmen filmin sonunda hikâyeyi tamamlıyor.
Evet, filmin başından sonuna kadar anlatamadı Keane, bir türlü yazamadı, yani ne zaman başlasa hikâyeyi yazmaya Slovenya’da kalıyordu hep, neden Slovenya diye.
Günümüzde festival odaklı, gişe odaklı ya da Kültür Bakanlığı’ndan destek kaygılı film üretimi yaratıcı ve özgür sinema filmi çekmenin önüne geçiyor. Her bir yönetmen için bir filmin hikâyesi yönetmen/senarist olarak bireysel başlıyor ama finans, ekip, ekipman, oyuncular, post prodüksiyon ve dağıtım/gösterim ile devasa bir sektörel yapıya dönüşüyor. Bu süreci her bakımdan kontrol etmek, yürütmek ciddi bir yükü de filmin yönetmeninin omuzlarına yüklüyor. Siz daha önceki filmlerinizde olduğu gibi inandığınız, gerçek dünyadan gözlem ve deneyimlerinize dayanan güldürürken düşündüren, beklenmedik aksiyonlarla, izleyicinin ilgisini diri tutan, trajikomik hikâyelerle yaratıcılığınızı ön planda tutan bir yazar yönetmen olarak bir filmin gerçekleştirilebilmesi adına, film çekim öncesi ve sonrasında yönetmen için bazen uylaşım bazen tartışma/çatışma bazen de kendisiyle yüzleşme gibi zorlu olan bu süreci nasıl yaşıyor ve nasıl baş etme stratejileri uyguluyorsunuz?
Dünyanın bence bir tane daha sıradan veya kötü filme ihtiyacı yok ve ben yönetmen olmak için film çekmiyorum. Ben o hikâyeyi çekiyorum sadece, yani başka bir hikâyem yoksa yarın ben yönetmenim diye ortalıkta dolaşmam. Benim hikâyem varsa veya birisinin hikâyesini anlatmak istiyorsam, başkasının senaryosunda olduğu gibi, o zaman benim onu bir defa içselleştirmem ve ondan sonra da onun benim derdim olması lazım. Yoksa yönetmen olmak için film çekmiyorum. Festival veya dediğiniz gibi bir yerden destek için değil, benim geçim kaynağım da filmlerim değil, başka bir alandan, reklam filmi çekerek hayatımı idame ettiriyorum. Dolayısıyla burada çok fazla insanla diyaloga girmeden önce bir kendinizin içinden çıkan ve kendi anlatmak zorunda olduğunuzu hissettiğiniz, anlatmazsam hatta deliririm dediğiniz bir şey, bir fikir senaryoya dönüşüyor, ondan sonra da bu senaryoyu beraber yürümek istediğiniz insanlara götürmeye başlıyorsunuz. Bunlar ne oluyor ya finans ya da oyuncular, teknik ekip görüntü yönetmeni gibi. Burada benim en önemli dikkat ettiğim şey bu sürecin kirlenmeden devam etmesi, bence bir şeyi yaparken de dünyayı değiştiriyoruz. Bundan dolayı o yaptığım bütün süreçlerin ahlaki ilerlemesi ve ahlaklı insanlarla beraber yürümek benim için önemli oluyor. Şu âna kadar da olabildiğince buna özen gösterdim. Tabii beraber anlaşabildiğim, kafasına güvendiğim, ahlaktan kastım sadece iş ahlakı da değil, bir yandan da gerçekten kendinden önce filmi koyması da bunun bir parçasıdır, gerçekten bu işi yaparken de bu filmi yapmak isterken de bu filmi düşünen insanlar, kendinden çok filmi önüne koyacak insanlar, dolayısıyla bu insanları bulduktan sonra en önemli şey ortadan kalkıyor, ego sorunu gibi bir şey kalmıyor, fikirler tartışılmaya başlıyor. Dolayısıyla kendi fikirlerimi zaten ben bildiğim için, beraber çalıştığım insanların da fikrine açık bir insanımdır ve kendi fikrimden önce bir sanat yönetmenimin, görüntü yönetmenimin de fikirlerini dinlemek isterim çünkü ben zaten kafamda canlandırmışım, çekmişim o filmi çoktan. Ve başka insanlarla çekerken açık olmak önemli bence, başka insanlardan kastım ekibi en adil bir şekilde yönetmek de benim sorumluluğum. Yani birisi kendine daha fazla zaman alıp, birisi daha fazla bir yere çekmeye çalışırken diğerleri mağdur olmamalı. Bir yandan da siz bir lidersiniz, siz gemiyi götürmek isteyen, gitmesi gerektiği yeri bilen ilk kişisiniz, ekipleri, oyuncuları herkesi aynı çerçevede toplamak zorundasınız. Diğer taraftan para konusu, ne yazık ki film çekerken pek param olamadı. Filmlerimi genelde 18-19 günde çektim ve bu son filmimi 21 günde çektim. Kelebekler 18, Sarmaşık 19 günde, bu da 21 günde çekildi. Dediğiniz gibi fonları bekleyemiyorum, o konular devreye girince, filme dahil olma süreçleri başka şekilde oluyor. Avrupa fonlarında da “konuyu şöyle değiştirsekler” konuşulmaya başlıyor, en sevmediğim şeyler. Dolayısıyla bol bol gülümseyip, bol bol yardım istediğim süreçler falan başlıyor. Bu şöyle olmaz, bu böyle olmaz. Bana postu bedava yapsak, ortak yapımcı olsanız vesaire gibi. Bu nedenle bir şekilde filme inanan insanları bir araya getirip, onlarla yola başlamak. Dediğim gibi filmlerimi 18, 19, 21 günde çektim ne yazık ki, hani biraz daha güne ihtiyacım olsa daha başka şeyler olur muydu? Çok değişir miydi? Ondan emin değilim çünkü ona göre hazırlığını yapıyorum. Ama bir yandan da bu bana bir özgürlükte tanıyor, çekmek istediğim filmi biraz da böyle çekebiliyorum. Dolayısıyla onun dengesi çok zor, ama önemli. Bir anda 100.000.000 dolarlık bir bütçeyle film çekmekle ne bileyim, 18-19 günde çekmek zorunda olduğun bir bütçeyle çalışmak arasında özgürlük farkı var her şeyden önce. Böyle olunca hem bu süreçte hem de film bittikten sonraki süreçteki bunun içerisine PR’ı da koyun, insanlarla yaptığınız röportajlar, tekrar tekrar aynı sorulara maruz kalmak, bunu idare etmek… Sonra Türkiye'de film çekmek garip bir şey. Bazen film çekmesek herkes daha mutlu olur diye düşündüğümüz bile oluyor biz yazar yönetmenlerin. Yani vasatın tahakkümünün bu kadar gürültülü olduğu başka bir ülke de var mı emin değilim, ama ben şanslı bir yönetmen olarak da görüyorum kendimi. Ben o sevgiyi hep hissettim açıkçası ama Türkiye'de burada olmanın zorluklarından bir tanesi de gerçekten algılanış biçimi. O yüzden bir filme yaklaşım şekli, ben filmleri seven bir insanımdır, çoğu filmi severim ve sevmediğim şeyi de çok konuşmam filmlerle ilgili. Burada sevilmeyen şeyler de çok konuşulmak isteniyor. Ama dediğim gibi ben şanslı bir yönetmenim yani o sevgiyi ve filmlerime sahip çıkılmasını hep hissettim. O yüzden bundan en son şikâyet edecek insan olabilirim. Tabii sonrasındaki süreci idare etmekte değil olay. PR’ı fazla yapsan başka bir şekilde algılanıyor, insanların sorularına cevap versen başka, cevap vermezsen başka şekilde algılanıyorsun. Sadece film çekmekle olmuyor yazar yönetmen olduğun zaman. Çünkü bir yandan da kendi çekmek istediğin filmin istediğin şekilde algılanmasını istiyorsan, böyle devam eden bir süreç de oluyor. Ben hiç istemiyorum o anksiyeteleri tekrar hatırlamak, ama soru cevaba çıkıyorsunuz ve çıktığınız zaman anksiyete geliyor çünkü film bitmiş ve artık gitsin istiyorsun. Öte yandan insanların da gözünde o sevgiyi görüyorsun, sormak istiyorlar, ama ben çıkıp insanların önünde çok rahat gibi gözükmeme rağmen esasında pek rahat bir insan değilimdir, o anksiyete, terleme vesaire sonrasında tekrar tekrar üzerine konuşma, oldukça zor ve kolay bir süreç değil. Bir de 7 sene sürüyor benim bir filmi yapmam. Bu filmin ilk notunun düşülmesi 9 sene önce başladı, hadi hazırlığı ile nerden baksanız son 6 yıldır bu filmi yapmaya çalışıyorum. Onun dışında da pek bir hayatım olmuyor ve hep böyle devam ediyor. 43 yaşındayım 4 tane film yazıp yönettim, galiba 5-6 tane uzun metraj filmin yapımcılığını yaptım ve kısa filmlerim var. Baktığımız zaman ilk filmimi çekeli 22 sene olmuş. Kendi filmlerimin dışında toplam herhalde 7-8 film olmuştur yapımcılığını yaptığım uzun filmlerin. Arkadaşlarıma da yardım etmeyi seven bir insanım, kısa filmlerde de yapımcılık yapıyorum ve hayatım hep böyle geçiyor, film yapmak ve film yapmanın arasında sinema ile geçiyor. Yani o süreçler hiç bitmiyor, hep birbirine ekleniyor, dolayısıyla hep devam eden bir şey.
Biraz Saykoterapi üzerine araştırma yaparken screen anarchy’de Dustin Chang’in (https://screenanarchy.com/2025/04/psycho-therapy-the-shallow-tale-of-a-writer-who-decided-to-write-about-a-serial-killer-review-remini.html) film üzerine hem ’90’ların o kara mizahını yeniden canlandırması hem derinlikli karakterler ve usta oyunculuklar gibi, filmin hikâyesine atıfla çok güzel bir değerlendirme yazısına rastladım. Filminiz Türkiye’de ve yurtdışında oldukça olumlu eleştirilerle sinemalarda gösterim yolculuğuna devam ediyor. Bu konuda düşünceleriniz nedir?
Ben bilmiyorum, ben kendi izlemek istediğim filmi çekiyorum hep, ama bu film tam da ’90’lar filmi gibi olsun istiyordum, o yüzden bu söylediğiniz şey beni çok mutlu eder, onun dışında filmin algılanış biçimi yurtdışında da çok güzel oldu, Türkiye'de de çok güzel algılandı, karşılandı, o da beni çok mutlu etti. Dediğim gibi seyirciyle böyle bir bağımızın olması beni çok mutlu ediyor çünkü ben sadece kendimi düşünerek, kendimi merkeze koyarak yazdığım için beraber güldüğümüz ve beraber izlediğimiz zaman daha az yalnız hissettiriyor beni, o yüzden de şanslı bir yönetmenim.
Türkiye’de on yıllardır siyasi atmosfer bambaşka yerlere evrildi. Hukuk, adalet, eğitim, sağlık gibi temel alanlarda ciddi yapısal değişiklikler ve insan haklarını gözetmeyen bir deformasyon söz konusu. Bu yapısal değişiklikler sanatı ve sanatçıları da baskı altında alma konusunda; çalışma olanaklarını, sanatlarını sergileme alanlarını (festivaller, televizyon kanalları, dijital platformlar, basılı ve görsel-işitsel medyada) kısıtlamak, görünürlüklerini engellemek, yurtdışına çıkış yasağı, içinde yer aldıkları projelerden çıkarma tehdidi, projelere verilecek desteklerden yoksun bırakma gibi baskıda sınır tanımıyor. Bu da kültürel alanda da iktidarın yanında açıkça yer alanlar, karşı duranlar ve sessiz kalanlar olmak üzere bir kamplaşmayı beraberinde getiriyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Sanatçının söylediği söz sadece bugün ile alakadar değildir ve bu sadece pozisyon almak da değildir, onun pozisyonu zaten budur ve gördüğü şeyi söylemek görevidir, varolan haksızlıklar, adaletsizlikler, hukuksuzluklar karşısında susmak diye bir şey asla olamaz. Hiçbir şekilde, ağzımı da tutsanız, kollarımı da bağlasanız ben ne gördüğümü ne düşündüğümü her zaman söylemeye devam eden bir insanım, beni de biliyorsunuz daha önceki duruşlarımdan da yaptığım şeylerden de. Özellikle şu anda, esasında tam da bu zamanda kesinlikle susmak olmamalıdır. Arkadaşlarımın bazılarının sessizliğini anlıyorum tabii ki çalışmak zorundalar, tabii ki hayatta kalma mücadelesi veren insanlar da var, para kazanmak zorundalar ve bundan dolayı da konuşamayanlar var. Fakat ne olursa olsun ben özellikle bu dönemde kesinlikle geri durmadan, tam anlamıyla düşündüğümüzü düşündüğümüz şekilde tam da bizi korkuttukları için bağıra bağıra söylememiz gerektiğine inanıyorum. Yani haksız yere hâlâ içeride Çiğdem Mater, Ayşe Barım yani en politik olmayan insanı Gezi ile ilişkilendirilerek içerde tutuyorlar. Bunların hepsinin tamamen devlet içerisindeki hesaplaşmalar olduğunu düşünüyorum ve tamamen korku salmak üzerine bir politika güdülüyor. Bu politika karşısında kesinlikle geri adım atmadan, yola dümdüz devam etmek zorundayız ve ben bu konuda asla taviz veremem.