Google Play Store
App Store

Bazı sinemacılar sanki kendi kendilerine, yere bakarak hikâye anlatıyormuş gibi yapıyorlar ya da seyirciye sırtını dönüp, uzaklara bakarak anlatıyormuş gibi yapıyorlar. Ben öyle değilim, seyircinin gözlerinin içine bakarak bir şey anlatmaya çalışıyorum.

Yönetmen Ümit Ünal: Seyircinin gözlerinin içine bakarak anlatıyorum

Emine Uçar İlbuğa - Prof. Dr.

61. Altın Portakal Film Festivali kapsamında son filminiz Evcilik dün ilk kez izleyiciyle buluştu. Filme ilgi büyüktü ve salon doldu, dışarda bir o kadar izleyici biletleri olmasına karşın içeri giremedi ve giremeyen izleyicilerin tepkisi de oldu. Ümit Ünal sinemasına izleyicinin gösterdiği bu ilgi hakkında düşünceniz nedir? 

Dünkü olaydan benim bir Instagram mesajıyla haberim oldu, dışarıda kalan seyircilerden bir tanesi Instagram’dan mesaj atmış “biz mağdur olduk, biletimiz olduğu halde giremedik, ne yapmayı düşünüyorsunuz bu konuda” diye. Tabii ben izleyicileri görmedim çünkü biz ayrı bir kapıdan girdik ve önde oturduk, arkada sesler duydum ama tam olarak ne olduğunu anlamadım, sonradan bir mesajla haberim oldu. Tabii ilgi görmek bir yandan çok güzel ama öte yandan festivallerdeki bu ilgi bir parça aldatıcı da oluyor.

9 filmim İstanbul Film Festivali’nde ilk gösterildiğinde çok yoğun bir ilgi almıştı, sonra ödül aldığında ikinci kez gösterdiler onda da müthiş bir kalabalık olunca üçüncü bir gösteri daha koydular. Ama kasımda film gösterime girdiğinde sinema salonlarında izleyici sayısı 3-4 kişi oldu. Festivaldeki seyirci tabii ki kısıtlı bir seyirci ve belli bir zamanda yapılan gösterimde çok kalabalıkmış gibi görünebiliyor. Ama benim belli bir sadık izleyicim, bir hayran kitlem de var. Yıllardır bu işi yapıyorum, 1980’li yıllardan beri senaryolarımı, filmlerimi bilen, takip eden insanlar var. Bunun yanında genç izleyicilerden benim filmlerimi yeni keşfedenler var. Mesela bir yıldır Mubi de bütün filmlerim gösterimde, bir retrospektif yapılıyor ve ilk defa 9’u, Ara’yı seyreden insanlar mesaj atıyorlar, ben bu filmi nasıl görmedim, nasıl kaçırdım diye. Çoğu da genç insanlar.

Evcilik bir oyuna atıfla günümüzde kent ya da taşrada, toplumun kültürel, ekonomik, sosyal koşullarının şekillendirdiği ilişkilere, üstlenilen rollere eleştirel bir bakışla yaklaşıyor. Filmde ilişkileri yüzeysel, daha çok tüketim ve gösteriye dayalı kentli aile için taşradaki çiftin doğal, dayanışmacı ve duygu yoğunluklu ilişkileri bir alternatif mi? Filminizde böyle bir düşünceniz oldu mu? 
Oldu tabii, yani filmin temel meselelerinden bir tanesi. Belki de bu bir haset hikâyesi. Aslında köylü çift de göründüğü kadar masum değil, onlar da şehirlilere özeniyorlar. Nejat’ın canlandırdığı Özkan karakteri İstanbul’da yaşamanın çok güzel olabileceğini düşünüyor. Deniz Işın’ın canlandırdığı Aysun karakteri şarkı söylemeye özeniyor, oradan o dünyaya geçebilirim diyor, onlar da şehirli çifte bir anlamda haset ediyorlar. Ama asıl şehirli çift, o köylü çiftin yaşama sevincine karşı haset ediyor. Çünkü onlar kaybetmişler, köylü çiftin ise bir yaşama sevinci var, hiçbir şeyleri olmamasına rağmen köylü çift hâlâ birbirlerini seviyor, bir heyecan duyuyorlar. Şehirli çiftin eksiği o ve aslında onu çalıyorlar. Bu cümleyi Nejat İşler bulmuştu; “Her şeye sahip burjuva, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan köylü bir çiftin yaşama sevincini çalıyor bu hikâyede.”

Evcilik minimal öyküsü, bütünlüklü senaryosu ve güçlü oyunculukları ile festivali takip eden izleyicilerden büyük beğeni aldı. En İyi Senaryo (Ümit Ünal) ve En İyi Erkek Oyuncu (Nejat İşler) dallarında ödül aldı. Festival kapsamında gösterilen birçok filme ilişkin izleyicilerde bir hayal kırıklığı vardı. Genel olarak senaryoda sorun, filmlerde yavaş ritim, karanlık duyguyu öne çıkaran bir umutsuzluk hali hâkim. Bu filmleri Türkiye›de 1980 askerî darbe sonrası çekilen, umutsuzluğu, karanlık ruh halini tetikleyen filmlere benzetenler var. Sizin Evcilik filminde de o insana ait karanlık yanlar öne çıkıyor ama aynı zamanda mizahi yanı da baskın ve bu da izleyiciye nefes aldırıyor. Son yıllarda hem düşündüren hem güldüren bir yaklaşımın genç sinemacıların filmlerinde çok az çıkmasını neye bağlıyorsunuz? Bununla ilgili genç sinemacılara ne söylemek istersiniz? 
 Öncelikle bu bir karakter ve üslup meselesi ben gerçek hayatta da insanları manipüle etmekten çok insanlarla dert paylaşmak, kendimi anlatmak üzerine kurulu birisiyim. Belli insanlar vardır ki sohbet sırasında “bak dinle, beni dinle” diye dürterek, manipüle ederek anlatırlar, onu kastediyorum. Ben onlardan değilim, ben karşımdaki insanı kendimle eşit görmeye çalışıyorum, bu sinema için de aynen geçerli ve kendimden daha aptal görmüyorum seyirciyi, benimle eşit bir insana bir dert anlatmaya çalışıyorum. Ama seyircinin merakını kaybetmek bir hikâyecinin düşeceği en büyük hata, en büyük yanlış. O seyircinin merakını sürekli ayakta tutmak zorundasınız yani seyirci “şimdi ne olacak?” diye sormalı, yoksa hikâyeyi izlemeyi bırakır. Bazı sinemacılar sanki kendi kendilerine, yere bakarak hikâye anlatıyormuş gibi yapıyorlar ya da seyirciye sırtını dönüp, uzaklara bakarak anlatıyormuş gibi yapıyorlar. Ben öyle değilim, seyircinin gözlerinin içine bakarak bir şey anlatmaya çalışıyorum. En temel şey bu sanırım, hikâye anlatmanın belli kuralları var, bu antik Yunan’dan beri değişmeyen bir şey. Tabii ki farklı yorumlar getiren yönetmenler var ama onlar da o kuralların içinde farklı bir şey yapıyorlar. Türkiye›de bir de maalesef sözde bir ticari sinema endüstrisi var, orada da mesela senaryo doktoru denen insanlar var. Sanki senaryoda bir hastalık varmış da o tedavi edilmesi gereken bir şeymiş gibi. Genelde ticari anlamda şurası olmaz veya burası sakıncalı plan şeklinde bir şey yapılıyor, halbuki asıl mesele bir hikâyede en öncelikli olarak dramatik yapı ve bu da hikâyenin sinopsis halinde iken belli olan bir şey. Yani bir hikâyeyi daha senaryo aşamasına geçmeden özet olarak anlattığınızda bile bazen oradaki dramatik yapının yanlış olduğu ortaya çıkıyor ve o yanlış bütün senaryoya yayılıyor. Bizde senaryo editörü kurumunun olmaması, daha doğrusu film yapımını destekleyen ve denetleyen diyeceğim ama çok yanlış olacak, denetleyen bir yapının olmaması çok eksik, denetlemek derken sansürden bahsetmiyorum. Ben işte İskoçya’da bir proje geliştirmeye çalışıyorum. Orada bir senaryo editörü ile çalıştım, ben senaryoyu zaten üçüncü kere yazmıştım ve editör gelip benim senaryomu tersyüz etti, neredeyse hikâyeyi tersine çevirdi, bambaşka bir hale getirdi. Ben önce büyük isyan ettim fakat aklımda çok güzel bir yol açtı ve kendisine de söyledim, bir tıkanıklık vardı ve onu açtınız diye. Hikâyeyi neredeyse hiç değiştirmedim, bir şeyi başa aldım sadece ama birdenbire senaryonun önü açıldı, başka bir bakış açısı geldi. İlk hali yanlıştı demek istemiyorum ama eksikti. Birçok filme baktığınızda aslında çok kolay tamir edilebilecek, çok kolay geliştirilebilecek bir yapı sırf bu dışarıdan bir bakış olmadığı için kaçmış bir fırsat oluyor yani yönetmenlerin çoğu filmi dramatik bir şey olarak değil, sadece bir atmosferden ve bir akıştan ibaret bir şey gibi görebiliyor. Ama film o değil, evet o da mümkün tabii, çok farklı filmler de mümkün ama bir filmin bir hikâye anlatıyor olması, arkasında büyük bir dramatik yapı, bir fikir olması lazım. Bir hikâyeye baktığınız zaman örneğin Béla Tarr’ın filmine bakıyorsunuz, sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi geliyor, çok ağır filmler inanılmaz yavaş ve çoğu diyalogsuz upuzun sahneler görebiliyorsunuz onun filmlerinde fakat arkasında her birinin büyük bir fikir var, yani çok düşünülmüş, kurulmuş ve ona göre çekilmiş. Evet üslubu ağır, yavaş ama film dramatik yapıdan yoksun değil. Bizde o görünümü taklit eden, aslında sadece filmin yüzeyini anlıyor, yani Béla Tarr böyle yapıyorsa ben de bu yavaşlık da çekmeliyim diye anlayan bir yönetmen anlayışı var. Maalesef onlar başarısız oluyor. Ben bu konuşmayı bu yılki filmler hakkında yapmıyorum çünkü burada sadece bir film görebildim, geç geldim çünkü hiç filme gidemedim, o nedenle yarışmada olan filmleri bilmiyorum, şu an dışardan bakıyorum ve başka örnekler üzerinden konuşuyorum.

Sinemamızda genellikle bir taşra güzellemesi de var. Hatta büyük kentlerde özellikle İstanbul’da böyle bir sessiz kasabaya, köye yerleşme fikri hayali hep büyütülür. Evcilik filminde İstanbullu genç çiftin tatil tercihinde de bu var. Filmde onların taşraya gelirken orayı dışardan nasıl gördükleri, oradakilere bakışları gibi, taşrada yaşayanların da o sert duvarları görünür oluyor. Sizin filmlerinizde genellikle sınıfsal fark, iktidar ilişkileri bu filmde de önem taşıyor. 
İzleyici olarak bunu çok iyi yorumlamışsınız ben de benzer şeyler düşünerek yazdım tabii ki yani Afrika’ya giden beyazların yerlilere bakışı, onları çok vahşi ya da masum ve kolay kandırılabilir görmeleri, işte bir yandan onları cinsellikleri, yaşamlarının egzotikliği ile abartmaları öte yandan onları yerli olma halleri nedeniyle bir öteki haline getiriyor ve onlara bin tane vasıf yükleniyor. Filmde Özkan’ın karısı ile arzulu ilişkisini aşağılayan, “nasıl olur” anlamında hem şaşıran ve küçümseyen bakışa ilişkin 1-2 diyalog vardı ve ben onları kurguda attım. Bu dışarıdan ya da üstten bakışla bir yandan taşradakileri kendileriyle eşit görmüyorlar ama bir yandan da ondan korkuyorlar ve onları taklit etmeye başlamalarının sebebi de bu. Eşinden hayli yaşlı taşralı adamla önce dalga geçiyorlar ama öte yandan kendilerinde olmayan şeyle yüzleşiyorlar ve taklit etmeye başlıyorlar.

Filmin sonunda taşra/kent karşıtlığında çiftlerin ilişkilerindeki sorunlar üzerine iki farklı yaklaşım öne çıkıyor. Bununla ilgili söylemek istedikleriniz var mı?
Günümüz koşullarında gerçekten hem medyanın içinde olmak hem dışında olmak hem ekonomik koşullara sahip olmak hem olamamak bütün bu çatışmaların içerisinde çözüm önerileri de kendi içinde cevabını vermiş gibi. Ben filmin finalinde Özkan’ın tiradını hâlâ çok olumlu bulmuyorum. Çünkü orada sunduğu çözüm, gidip fabrikada iş bulmak yani her şeyi mahvetmiş bir adam kadınla birlikte olabilmek için bir parça hayal kuruyor, büyük olasılık kadın da onu çok seviyor ama artık ellerinden Kınalı ve Duman isimleri alınmış olarak. Özkan ne kadar hayal kurarsa kursun hiçbir şey artık eskisi gibi olamayacak. Şehirli çift sorunu tamamen gömmeyi tercih ediyor. Bir yandan da kadının uzun süredir bıraktığı sigarayı yakması, onlarda da aslında ilişkinin eskisi gibi olamayacağını gösteriyor.

Uzun zamandır Türkiye dışında yaşıyorsunuz, kendinize dışarıdan bakmak gibi, ülkeye dışarıdan bakmak şansına da sahipsiniz. Bu sizin gelecek projelerinize nasıl yansıyacak, yansıyor? 
Ben çocukluğumdan beri bulunduğum ortamlarda kendimi çok yabancı hissettim. Bu çok sonradan fark ettiğim bir şeydi, yani hiçbir zaman kendimi bulunduğum yere ait hissetmedim. Ne zaman bir yere yerleşiyor olsam ben buraya ait değilim hissi hep baskındı. Bu his sadece ülkeyle ilgili değil, bulunduğum meslek, evliliğimle de ilgili. Orada da duramadım; bir koca ve baba olarak o rolü de üstüme yakıştıramadım. Hep bir yabancılık hissiyle yaşadım, dolayısıyla bir yabancı ülkede yaşamak bana şu an şey gelmiyor, orada da kendimi hâlâ yabancı hissediyorum burada da. Ama kendimi aman ben buradayım, buralıyım, buraya aitim gibi de hissetmiyorum. Bu hiçbir zaman olmadı. Benim asıl memleketim edebiyat, sinema, sanat oldu. Genel olarak kendimi ait hissettiğim tek yer orası diye düşünüyorum. Onun dışında bir memlekette rahat değilim, şimdi İskoçya’ya geldik ve ben burası benim evim diyemiyorum. Gerçi hâlâ yüzde yüz yerleşmiş değiliz ama o yabancılık duygusunu hep taşıdım hâlâ da taşıyorum. Bu nedenle Türkiye›ye dışarıdan bakmak benim için fark edici bir durum yaratmıyor, burada yaşıyormuş gibi yaşıyorum hâlâ, Türkiye’nin gündemini sosyal medyadan takip ediyorum. Ama oradaki insanların bakışını görmek, Türkiye›yi nasıl anladıklarını görmek bu herhangi bir yabancıyla Türkiye›ye gelmiş bir yabancıyla konuşmak gibi değil. Çünkü Türkiye›ye gelmiş bir yabancı burayla ilgili birisi oluyor ve zaten burayla ilgili bir şeyler biliyor oluyor ve ona göre tepkiler veriyor. Ben orada oranın yerlisi insanlarla konuştuğum zaman Türkiye›nin imajı maalesef çok acıklı görünüyor, bir kere Türkiye›de iyi olan şeyler dışarıdan fazla görülmüyor. Muhalif sesler oradan duyulmuyor, Türkiye›de iktidarın konuştuğu şey bütün Türkiye›nin sesi gibi algılanıyor. Ama Türkiye›yle ilgili insanlar ki onlar belli yazar ve gazetecileri bilen, takip edenler farklı. Örneğin Türkiye›de yüzde 50’nin AKP ye karşı olduğunu kimse düşünmüyor orada. Ayrıca kimse bizim kendimizi önemsediğimiz gibi bizi önemsemiyor. Dünyanın şu anki koşullarında Ukrayna ve Filistin’de yaşananlar varken Türkiye›de olanları kimse takmıyor. Bizim bir parça kendimize gelip, kendi göbeğimizi kesip, kendi çaremizi bulmamız lazım.

Senarist ve yönetmeliğini üstlendiğiniz Evcilik filminin yapımcıları Emre Oskay ile Nejat İşler. Nejat İşler filmin başrol oyuncusu aynı zamanda. Nejat İşler’in ilk yapımcılığı sanırım bu proje. Sizi Nejat İşler ile bu filmde yan yana getiren şey nedir?
Evet, Nejat’ın uzun metraj olarak ilk yapımcılığı. Nejat ile yıllar önce sanırım Anlat İstanbul sırasında tanıştık ve çok yakın arkadaş olmadık ama hep birbirimizi sever, saygı duyar ve merhabalaşırdık. Kendisi benim çok sevdiğim bir oyuncu aynı zamanda. Nejat yıllar önce Ara filmini izlemiş ve onu oyun yapmak istemişti. Ben de onun oyun olmayacağını düşünüyordum ve vermemiştim. Tabii bu nedenle böyle ufak bir kırgınlık bile yaşamıştık. Sonra Nejat Glasgow’a geldi ve orada buluştuk. Sohbette yapımcı olmak istediğini söyleyince ona bu hikâyeyi anlattım. Hikâye onun da çok hoşuna gitti, yapılabilir bir şey olarak gördü ve çekiyoruz dedi. Senaryosu hazırdı, okudu ve ona da okey dedi. Nejat Glasgow’a ağustos ayında gelmişti, bir yılı biraz geçti ve filmimizle buradayız şimdi.

Gelecekte birlikte yeni projeleriniz var mı?
Bildiğim kadarıyla o şimdi bir başka proje için bir başka yazarla çalışıyor ve onu geliştiriyor. Detayını çok iyi bilmiyorum ama benim de yazdığım bir şey var. İlk önce yine Nejat’a okutacağım tabii ki. Bir de Glasgow’da çekmek istediğim ve bir Türk adamın oğlunu arayış hikâyesi olan bir projem var. Ama o film uzun vadeli bir proje çünkü henüz bütçesi bulunmadı. Ne zaman bütçe bulunur ve ne zaman çekebiliriz bilmiyorum. Bulabilirsek Nejat İşler’in oynamasını istiyorum.

Türkiye’de genç yönetmenlere ne söylemek istersiniz? 
Öncelikle herkese daha samimi olmalarını ve kendi dertlerini anlatmalarını tavsiye ederim. Ben öyle yapmaya çalıştım, hayat boyu samimi oldum, kendi üslubumla, kendi dertlerimi anlattığım filmlerim başarılı oldu. Başka bir şeye özendiğim veya yapımcıların “bu satar” diye bana verdiği işler başarısız oldu, onları da denedim. Her filmim iyi değil, yani başarısız olan filmlerim de var ama genelde bütün başarı kendi samimiyetimden, başarısızlık ise kendi inadımdan ve samimiyetimden kopmaktan oldu. Tabii onu da her seferinde yapmaya imkân yok. Sonuçta ticari bir yapı var ve illa ben kendi hikâyemi anlatacağım derseniz, o ticari dünyada kimsenin sizin hikâyenize o fırsatı verme durumu yok. O yüzden de film yapmam zor oluyor. Ama hayat boyu böyle bir şey gelişti bende Teyzem’den beri ne zaman kendi hayallerime sadık kaldıysam ve samimi bir şekilde kendi üslubumla, kendi derdimi anlattıysam o filmler hep başarılı oldu. Ne zaman bir şeye özenip, para kazanmaya yönelik filmler yaptıysam onlar kötü oldu. O nedenle genç sinemacılara, kendi hayallerini kovalamalarını ve samimi olmalarını öneririm. Kimseye özenmeden, kimseyi dinlemeden.

Dizi çekmeyi düşünüyor musunuz?
 Dizi çektim ama ticari olarak başarılı oldu mu bilmiyorum. Şu anki dizi dünyasında benim olmam zor. Bir mini dizi projemiz var, belki onu dijital platforma çekmek söz konusu olabilir. O da bir sinema filmi gibi aslında. Buna varım ama öbür türlü, şu anki dizi dünyasında yönetmen zaten büyük bir makinenin çarkı gibi, kendi yorumunu katamıyor. Yurtdışında tabii ki dizide çok ilginç örnekler var ama bizim dizi sisteminde benim yönetmen olarak yerim yok ve kimse de öyle bir teklifte bulunmuyor.