Yurtsuzluk ve ölüme direniş
Hâlâ bir evimiz varsa ve ara sıra dönebiliyorsak, hayatla olan bağımızın en sıkı olduğu döneme çocukluğumuza bakıyoruz ve orada bununla biyolojik bir bağı da olan ailemiz var.
Anıl BOYDAĞ*
Mao’nun resmi şu meşhur rötuşlanmış fotoğraftı; hani elinde Çin kalemi, masasının üzerinde eğilmiş oturduğu resim. Yazdığı şeyin siyasi ya da felsefi bir makale değil bir şiir olduğunu düşünür, ümit ederdim hep, hatta belki şöyle başlayan şiir:
Kırılgan ayrılış imgeleri, o zamanki hali köyün.
Lanet olsun zaman nehrine; otuz iki yıl geçmiş bile.
Çünkü insan Mao’yu gösterirdi bu şiir, yakın hissettiğim birini, bedeniyle savaşan zamanı hissetmiş birini, tıpkı benim gibi; zaman nasıl da arkadan yetişiyordu, küçük elektrik şokları gibi nasıl tenin altında dolaşıyordu, ne kadar uğraşırsan uğraş nasıl durduramıyordun. En nihayet durduğunda, her şey yoluna girdiğinde öncesine göre biraz farklı bir insan olurdum, hatta bazan umutsuzluğa kapılırdım.” (PER Petterson, Lanet Olsun Şu Zaman Nehrine, Metis Yayınları, 2020)
Bu yazıda inceleyeceğim bütün belgesel filmler aslında bir evin olamamasıyla alakalı ya da nereye ait olduğunu bilememe haliyle ilintili. Çok sevdiğim bir arkadaşımın yakın zamanda annesini kaybettik ve bunun sonuncunda babasıyla annesinin evini boşaltmak zorunda kaldılar, bu ölüme dair en üzüldüğüm şey artık evin olmayışı yani belki de çocukluğun bir izi kalmayışı. Bu filmlerde temelinde aslında ev olsa dahi bu evin eksikliğine dayanıyor, bir tarafı da kök kelimesine uzanıyor. Kök bu yazının temeli olacak çünkü bütün bu belgeseller arayış içerisinde ve öyle metinler arası ki, beni bu yazıyı yazmaya iten en büyük sebeplerden biri bu özellik. Kökleri birçok yerde ya da dağılmış yönetmenlerimiz zamanla bir arayışa sürükleniyor, bu sebeple 21. yüzyıl belgesel sinemasının bana göre en güçlü temellerinden biri bu kök meselesi oluyor, bununla beraber gelen nostalji, aileye tekrar bakış ve ev meselesi her şeyi derinleştiriyor. Gerici bir kavram olarak ele aldığımız aile kavramı meseleye nostalji ve ev kavramı girdiğinde bizi nasıl şekillendiriyor ve nasıl arayışlara sokuyor, bu sorular beni inanılmaz bir meraka sürüklüyor, bunun etrafından şekil alan hikâyeler inanılmaz ilgimi çekiyor. Bu ilgiyi size de iletmek istedim, yazıya dair motivasyonumu en çok körükleyen şeylerden biri de annesinin hastalığıyla beraber onun yanına, memleketine dönen; eski bir Maoistin geçmişini, Arvid Jansen’in hikâyesini anlatan, Lanet Olsun Zaman Nehrine kitabı. Kitaptan yaptığım alıntı alternatif bir gerçeğin dışında, geçmişine ve köklerine dönen karakterin hissettikleriyle de alakalı. João Moreira Salles’in 2017 yapımı filmi In the Intense Now’da kültür devriminin aktarıldığı bölümde bu alıntıyı duyduğumda, ilk işim gidip kitabı alıp okumak olmuştu. Film, ’60’ların çalkantılı politik dönemine, sokak hareketlerine günümüzden yine metinler arası şekilde bakarken o dönemin aktörlerinin bireysel eylemlerinin motiflerine eğiliyor, Ethel Voynich’in yayımlandıktan çok sonra Sosyalist rejimlerde büyük popülerlik kazanan kitabı At Sineği’nin hikâyesinden, Mao’yu devrimden ve liderliğinden bağımsız bir insan olarak gören Arvid Jansen’e dönen anlatısı bu yüzden, yazının en büyük esin kaynaklarından biri oldu.
Günümüze dönmeden önce, belgesel filmde ev arayışının, köksüzlüğün en büyük anlatıcılarından ve ilk örneklerini veren birinden başlayalım. Chantal Akerman’ın, 1976 yapımı News From Home filmi evinden bir kıta kadar uzakken annesiyle olan mektuplaşmalarını farklı New York sahneleriyle anlatıya dönüştüren kurgusuyla, bu seçkinin en önemli yapıtaşlarından birisi olma özelliğini taşıyor. Akerman, eviyle olan bağını annesinin mektuplarıyla kuruyor, New York’ta bir sanatçının belki en özgür ve en çok öğrenebileceği zamanın içinde büyürken, kendisinin her şeyiyle zıttı olan annesiyle özdeşleştirdiği ev, belki de her şeyi affetmemize ve buna teslim oluşumuza bir örnek. Akerman’ın kurduğu bağ ve kökünü aldığı yer yıllar sonra çektiği No Home Movie’de (2015) annesinin tam tersi olan hayatına da bir yol kuruyor. Auschwitz kampından sağ çıkanlardan biri olan annesinin ve onun köksüz kalan hayatının ve evin olmayışının hikâyesi. Zamanla yıllar içinde annesiyle olan iletişimde dengenin değişimi ve hayata bakışların zamanla, belki de mecbur sevgiyle, minnetle ve ölümün yaklaşmasıyla nasıl denk yere gelebildiğinin, belirli bir perspektifte ortaklaşmasının kameradaki hali. Bunun sinemada tek örneği bu değil tabii Alan Berliner’in 1996 yapımı filmi Nobody’s Business, No Home Movie gibi hem barışma hem de geçen bütün yılların tanıklığına dair. Özellikle kapalı ailelerde ne ebeveyn ne çocuk birbirini tam anlamıyla tanıyamazlar, aslında bu filmler tanımaya bir yolculuk, üstüne ebeveynler yaşın getirdikleriyle daha açık, bir yandan da savunmasız halde olması bunu daha mümkün kılıyor. Bu bir şekilde şuna da dönüşüyor, iz bırakmaya. O aile bir zamanlar yaşadı ve buradaydılar. Kirsten Johnson’ın babasının farklı ölüm senaryolarıyla çektiği Dick Johnson Is Dead buna başka bir örnek, yeni bir yol ile yok olmaya ve var olmamaya karşı koyuş. Bütün hayatında nasıl olduğu fark etmeksizin, en büyük figürü kaybetmek dünyanın belki de en yıkıcı şeyi, bununla baş etmenin yollarından biri de belki bu. Sene içerisinde gösterilecek, Faruk filmi yine bununla baş etmenin farklı bir yöntemi, Aslı Özge’nin yarı kurmaca yarı belgesel filmi, 96 yaşına gelmiş babasına dair ve geçmişe dair bir arayış ama aynı zamanda ölüme de dair. Filmi bitirebilmek için babasına ihanet ettiği noktada bana kalırsa buna bir direniş. Filmin bir kısmında babasının hayatı, seyahatleri ve kendisinin eve yolladığı kartpostallar yine zamana direnmeye bir başka kanıt ya da kanıt bırakmak. Bütün bu çaba bize şunu gösteriyor, hele ki günümüzde artışı da açıkken, hayatla en başında bağını kurduğumuz insanların yitip gidiyor oluşu, bizim bu dünyayla olan bağımızı derinden sarsıyor. Bu bağı tekrar kurabilmek veya olup bitmeden tekrar dönüp bakabilmek için bütün çabalarımız. Hâlâ bir evimiz varsa ve ara sıra dönebiliyorsak, hayatla olan bağımızın en sıkı olduğu döneme çocukluğumuza bakıyoruz ve orada bununla biyolojik bir bağı da olan ailemiz var. Bunu ispat edebilmek, yaşadığımızı ispat edebilmek bir bütün olarak ne kadar önemli ve yaşamla olan bağı yeniden icat edebilmenin ne kadar önemli olduğunu da görebiliyoruz.
Devamı gelecek haftaya.
*Film Eleştirmeni.