Bugünlerde, “uçurumdan önceki son çıkış” gibi değerlendirmeler de yaparak sürekli seçim konuşuyoruz ya… Seçim sadece seçtiklerimizle değil seçenlerle de ilgili bir şey. Yalnızca seçilecek olanların değil, seçecek olanların da sorumlulukları var.

Bu sorumluluğu belli aralıklarla sandığa gidip oy atmaktan ibaret saymaktan kötüsü yok! Demokrasilerin en ölümcül virüsü de bu işte.

Yönetenler, hangi şekilde olursa olsun, bir kez koltuğa oturunca, güçle zehirleniyor ve bir daha oradan kalkmak istemiyorlar. Yönettikleri ülkede demokratik kurum ve kuralların ne kadar yerleşmiş olduğuna bağlı olarak, koltuklarını terk etmemek için pek çok yönteme sarılıyorlar.

Yurttaşı kendi etraflarında tutmak için en sık kullandıkları yöntem yalan. Propaganda, kara propaganda, kontrollerindeki kitle iletişim araçları ya da iletişim stratejileri farklı derecelerde yalan içeriyor.

Yurttaşlığı zor zanaat yapan biraz da bu. Demokrasi ancak iyi ve doğru bilgilendirilmiş yurttaşların kararlarıyla var olabiliyorsa, üzerlerine “bilgi” diye boca edilenler içinden doğru olanları nasıl ayıracaklar?

Şu Karadeniz türküsü var ya; “Sevdaluk zor zanaat da ağır taşiyamazsun / Yoli yarilamişken da baştan başliyamazsun / Cennete girsen bile da bensiz yaşayamazsun” diyen… Bir kez koltuğa oturan, hele demokrasiyi içselleştimemişlerse, böylesi “sevdaluk” ister yurttaştan. Ya benimsin ya kara toprağın cinsinden bir “sevdaluk”! Bir tarafta cennet olsa bile, beni bırakamazsın diyen bir “sevdaluk”!

Yalanla inşa edilen bir “sevdaluk” hali, zamanla onu inşa edeni de içine çeken bir çukura dönüşür. Tam da Bernard Shaw’ın dediği nedenle: “Yalancının cezası, kendisine inanılması değil, onun kimseye inanmamasıdır.”

Bir yandan güçlerinin zirvesine tırmanırken bir yandan da yurttaşın “sevdaluk” halinden başı dönenler, kimseye inanmayan, kimseyi dinlemeyen halleriyle sürekli yanlış yaparak düşmeye başlarlar.

Bu kaçınılmaz!

Kaçınılabilecek olan “sevdaluk” çeken yurttaşların acısıdır! O acıların ne kadar süreceğidir! Uzun ya da kısa sürmesi asıl olarak yurttaşın “yurttaşlık” denilen şeyin gereklerini yerine getirip getirememesine bağlıdır!

Yurttaşın sorumlulukları olduğu anayasalarda da yazar. Onların başında, hak ve özgürlükleri açısından talep, itiraz ve şikâyetlerini dile getirmeleri vardır. Karar mekanizmalarına katılmak, yaşamını ilgilendiren konularda sesini yükseltmek vardır.

Ağlamayan bebeye meme verilmeyen memleketlerde, sesini yükseltmeyen yurttaşa hakkı hiç verilmez. Hoş, ona yurttaş da denilmez.

Şunun şurası “sevdaluk” isteyen iki adaydan birini seçmemize 1 hafta kaldı. Hadi ben “tarafsız” olayım ve gönlümün kimde olduğunu söylemeyeyim. Ama memlekette şu veya bu nedenle kararsız olan, iki adaydan birine oy vermek için sandığa gitmemiş ya da gidip ikisinden birine oy vermemiş milyonlar var.

Bir süredir en azından o kitle için bir “yurttaş talebi” dillendiriyor ve iki aday televizyona çıksın, vergilerimizle var ettiğimiz TRT’de bir canlı yayında tartışsınlar diyorum. Aynı tartıya çıkıp tartılsınlar ki kime sevdalanacağımızı seçebilelim diyorum. Sonra, zaten benim de bildiğim şeyi duyuyorum: “Daha önce çok söylendi, gelmedi.”

“Boşuna uğraşmayın, gelmez!”

Yurttaşlık bu yüzden zor zanaat işte. Onların gelip gelmemesinden daha önemlisi bizim yurttaşlar olarak talep etmeyi becerip beceremememiz, bir talep etrafında örgütlenip örgütlenemememiz! Hiç değilse bu kadar basit bir konuda…

Onu yapabildiğimizde işte; zor zanaatı icra edip yurttaş olabildiğimizde, 28 Mayıs’da bizim, sonrası da!