Netflix‘te gösterime giren ‚Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?‘ dizisine denk geldim. Perihan Mağden‘in romanından uyarlanan dizi, yuva, anneyle ayrışma, iyilik ve kötülük, aile, annelik gibi düşünülesi pek çok başlık sunuyor. Herhangi bir maddi zorluk yaşamaksızın diledikleri ülke ya da şehirde, diledikleri lüks otellerde kalan ve birilerinden kaçarak yaşayan anne-kızın hikâyesi, yaşam tarzı olarak ilk başta çekici gelse de bir ‚ev‘den yoksun kalmanın anlamları üzerine düşünmeye teşvik ediyor. 

EV BİTTİ

Adorno‘nun "Minima Moralia"daki “Ev bitmiştir” sözü, nedense yıllar evvel ilk duyduğumda tüylerimi diken diken etmişti. Herkesin kendisini sürgün gibi hissettiği bu çağda, ev bitti sözü, ‚yuva‘nın öncelikle zihinsel bir mesken anlamına geldiğine işaret ediyordu. Nitekim, dizideki annenin zihninde çocukluğundaki "yuva" karanlık ve kötücül bir yerdi, anne babasının hayaletlerinden kaçarcasına kızıyla kendi yuvasını arıyordu. Adorno‘nun “Ev bitmiştir” sözünün insanın içinde yarattığı titreme, eve, yani yuvaya dair yas sürecinden ve özlemden kaynaklanıyordu. Ev bitmiş olsa da eve dair özlem, günümüzde çoğu kişi için yakıcı bir sorun. Tam da bugünlerde depremin neden olduğu yıkım, yuvaya dair özlemi daha da somut bir biçimde yüz binlerce insanın hayatına sokmuşken... Sadece zihinde değil, fiziksel olarak da bir ‚ev‘den mahrum kalmanın acısını tarif etmek zor. Zaten yine pek çok kişi, artan kiralar nedeniyle ev sahipleriyle karşı karşıya gelip tedirgin bir biçimde evlerinde yaşarken… Arendt’in “dünya sevgisi” dediği şey, dünyayı evimiz gibi hissetmekti, ama dünya azar azar bir mülteci ya da toplama kampına dönüşüyordu. Adorno, “insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlak sorunudur” derken siyasetin ve sanatın ana meselesinin ne olması gerektiğinin altını çiziyordu.

AY BİRİMİ

Ev, benliğin oluştuğu bir yerdi. Bachelard, ‘Mekânın Poetikası‘nda “Ev, insan yaşamında kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi” diye yazmıştı. Eğer çocukken zihnimizde şekillenmeye başlayan o yuva kurulamamışsa, hep bir sürgündeyizdir, eve dönüşün yolunu arayan. Dizideki anne de kızıyla birlikte sürgündeydi, otel odalarında kurduğu yuva sürekli olarak dağılıyordu, ama nereye giderlerse gitsinler o yuvayı yeniden inşa ediyorlardı. Kaçış sırasında kendileri için kullandıkları "Ay Birimi" sözü de, dünyanın dışında bir yuva arayışını simgeliyordu sanki, ev onlar için dünyada değildi. Ama dizideki annenin tam da somut yuvaya kavuşmaya ihtiyacı ortaya çıktığında her şey daha da çıkmaza sürüklenmişti, daha büyük riskler alıp gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalındığında. Ev, her zaman huzura kavuşulan bir yer değildi, eğer hava almayacak kadar kapalı bir yere dönüşmüşse. 

KORKARAK KORUNMA

Tuncay Birkan‘ın‚ "Birikim" dergisinin111-112’inci sayısındaki yazısında bahsettiği gibi: "İki yüzü var evin: Bizi korur, güvenliğimizi sağlar, sevmeyi ve bir topluluğa ait olma hissini tattırır ki bunlar büyük nimetlerdir, ama bunu bizi dışarıya, başka evlere ve evsizlere, sokağa, dünyaya kapatarak, onlardan korkmaya alıştırarak yapar.“ Muhafazakârlık, tam da başka evlere, sokağa, dünyaya kendini kapatarak evin yuvaya dönüşmesini engeller. Bugün ülke dünyaya kapalı bir ev gibi, korkutarak korunmaya çalışılan. Aslında aynı şeyi dizideki anne de kızına yapıyor, diğer insanlarla iletişim kurmasını engelleyip her zaman çocuk kalmasını, sürekli küçük bir çocuk gibi giyinip davranmasını isteyerek. Evden çok yuvaya ihtiyacımız var, önce zihnimizde kurulacak yuvaya. Dünyayı insansızlaştıran, insanları dünyasızlaştıran bu politik düzen başka türlü değiştirilemez.