Zafer mümkün!
Seçimlerde hile yapıldığı, bu hilenin ya da halk iradesinin çalınmasının daha oylar sandığa girmeden yapıldığına ilişkin iddiaların doğruluğu hemen hemen kesin gibidir. Çünkü kullanılan 4 milyon 200 bini aşkın oy şaibeli, 20 bini aşkın sandık sonuçlarının ise sorunlu olduğuna ilişkin, güçlü kanıtlara dayalı itiraza Yüksek Seçim Kurulu henüz tatmin edici bir yanıt vermiş değil. Bu durumu akılda tutarak belirtirsek eğer; hile, iftira, oy hırsızlığı, kara propaganda, tehdit ve devlet olanaklarının adaletsiz şekilde kullanılmasına karşın, iktidar güçleri yüzde 50 barajını aşamadı ve yenilgiye uğradı. Asıl gerçek budur.
Ancak, sol dahil, Türkiye’nin muhalefet güçleri seçimin ilk turda kazanılacağına ya da en azından ilk turun önde bitirileceğine ilişkin öyle derin bir inanca ve öngörüye sahipti ki, bu durum gerçekleşmeyince yaşanan hayal kırıklığı da o ölçüde büyük oldu. Peki, bu inanç ve öngörü temelsiz ya da yanlış mıydı? Hayır! Çünkü Saray’ın doğrudan güdümündeki biri hariç, neredeyse bütün kamuoyu araştırmaları Kılıçdaroğlu’nun önde olduğunu söylüyordu. Ayrıca, hayatın olağan akışı, sokakların ve meydanların nabzı da aynı işareti veriyordu. Siyasal inisiyatif muhalefete geçmişti. Dolayısıyla, her şey ve herkes bizi yanıltıyor olamazdı. Ancak, beklendiği ve ilan edildiği gibi -öncesi ve sonrasıyla- ne seçim güvenliği tam olarak sağlanabildi ne de oylar/sandıklar etkin bir şekilde korunabildi. Saptanması gereken ilk olgu budur.
İkinci olgu ise muhalefetin lider kadrolarının da tıpkı sıradan seçmenler gibi derin bir şaşkınlık yaşayarak adeta paralize olmalarıydı. Kriz iyi yönetilemedi. Etkin ve hızlı siyasal kararlar verilemedi. Dolayısıyla kamuoyu ve sandık görevlileri yönlendirilemedi. Oysa asıl kaybeden, halktan bütün hile ve seçim sahtekârlıklarına karşın güvenoyu alamayan iktidar güçleri ve İslamofaşist ittifaktı. Bu durumun saptanıp gereğinin hızla yapılamaması, moral üstünlüğün kaptırılmasına yol açtı.
Erdoğan, yenildiği halde “balkon konuşması” yaptı, muhalefet ise basın toplantısı… Tersi olmalıydı. Hızlı siyasal karar almak, bazı tarihsel dönemeçler ve momentumlarda yaşamsal önem taşır. Bir-ikisi dışında bağımsız medya organları, özellikle muhalif televizyon kanalları da süreci doğru kavrayıp, etkin bir müdahalede bulunamadı. Ancak, yine de bağımsız medyanın varlığı sonucu oyun bozulabildi. Diğer bir ifade ile “atı çalan” Üsküdar’ı geçemedi. Oysa niyet, yüzde 50’nin biraz üzerindeki bir oranla da olsa, ilk turda zafer ilan etmekti.
Tepkiden korktular ve yapamadılar. Ayrıca, öyle büyük bir suçluluk duyusu içinde olmalılar ki, ikinci turu kabullenmek zorunda kaldılar. Yakalanmaktan çekindiler.
***
Şimdi yapılacak şey; olup bitenleri daha serinkanlı şekilde değerlendirerek, hataları saptamak ve eksiklikleri gidermektir. Diğer bir ifadeyle; zamanın sıkıştığı bu dar dönemde hızla ikinci tur için izlenecek strateji ve taktikleri saptamaktır. Bunun yapılmaya çalışıldığını görüyorum, bu iyi. Ama işin “el yordamıyla” kotarılmak istendiğini de izliyorum, bu da kötü.
Unutulmamalı ki, ortada muhalefet açısından bir yenilgi yok. Bu akıldan hiç çıkarılmamalı. Tam tersine, siyasal İslamcı iktidar ve islamo-faşist ittifak bakımından bir bozgun var. Ancak bu durum hızla saptanamadığı ve etkili bir karşı atak geliştirilemediği için, yukarıda da işaret edildiği gibi, moral üstünlük gerici-faşist bloka kaptırılmış oldu. En büyük kayıp budur.
Cumhur İttifakı’nın seçimlerde aldığı beklenmedik sonucun bir nedeni; hile, iftira kampanyası, kara propaganda, oyların çalınması ve devlet olanaklarının adaletsiz/eşitsiz şekilde kullanılması ise; diğeri de seçmen davranışlarını belirleyen temel etkenin değişmesidir. Bu değişimin muhalefet güçleri ve sol tarafından yeterince görülememesi, en az oy sandıklarının korunamaması kadar, hatta ondan daha da önemlidir.
Bu ülkede ABD ve NATO yönlendirmesiyle yaklaşık son 70 yıldır izlenen dinselleştirme siyaseti; Cumhuriyet’in modern, aydınlanmacı ve ilerici değerlerinin adım adım tasfiye edilmesi, insanların sınıfsal, yani sosyo-ekonomik konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Yurttaşlar, sosyal/sınıfsal konumlarından hareketle ve siyasal bilinçleriyle değil, inançları ile oy kullanmaya başladı. Diğer bir ifadeyle, yurttaşların sosyo-ekonomik konumlarıyla seçmen davranışları arasında negatif bir ilişki oluştu.
Sırf, “anlı secde görüyor” diye kendi cellatlarına oy veren bir seçmen kitlesi oluşturuldu. Siyasal tercihleri belirleyen temel etken, bu tarihsel kesitte ekonomi ve yoksulluk gibi olgular olmaktan büyük ölçüde çıkarak, geleneksel kültür, etnik-dinsel değer ve duyarlılıklardan oluşmaya başladı. Sonuçta yoksullar, kendilerini ezen efendilerinin arkasından gitmeye, onları –çektikleri bütün acılara karşın- desteklemeye yöneldi. Giderek toplumsallaşan bir “gönüllü kulluk” yaratıldı. Aklı ve vicdanı teslim alınmış insanların önüne sandık konulunca, onların tercihi farklı olamazdı.
***
Cumhuriyet’in kurumlarını, onun ima ve temsil ettiği değerleri, laikliği savunmasız ve sahipsiz bırakan sol ve Cumhuriyetçi çevreler, esas olarak CHP, bu sürecin asıl failidir. Saldırı altındaki Cumhuriyet, yurtseverlik bilinci ve tutumu ile laik değerler sahipsiz bırakıldı.
Oysa iktidar mücadelesi salt ekonomik talepler üzerinden sürdürülemez. Son seçimin, yani 14 Mayıs’ın ortaya koyduğu tablo bunun en açık kanıtıdır. İdeolojik ve kültürel bir mücadele yürütmeden, hiçbir siyasal mücadeleyi kazanamazsınız, Siyaset sosyolojisinin temel, ama sanırım zor kavranan yasası budur.
Eğer bir ideolojik ve kültürel mücadele yürütmezseniz, “anlı secde görenleri” yenmeniz zordur. Dolayısıyla muhaliflerin, AKP ve siyasal İslamcıların değer eksenli ideolojik saldırıları karşısında, “din düşmanı” görünmek korkusuyla geri çekilmek yerine, bu alanda açık bir mücadele yürütmeyi göze almak gerekiyor. Aynı şekilde, bugün kaba bir milliyetçilik ile boşluğu doldurmaya çalışmak yerine, zamanında tutarlı bir anti-emperyalist yurtseverlik siyaseti izlenseydi tablo farklı olurdu.
Gericilik ve faşizm ile bilim ve akılcılık eksenli kararlı bir ideolojik, kültürel, siyasal mücadele yürütülmeden başarı kazanmak imkânsızdır. Bunun din ya da inançlara saygı ya da saygısızlıkla bir ilgisi yoktur. 14 Mayıs seçimlerinde ortaya çıkan tablonun tek olmasa bile temel nedeni budur.
Farkında mısınız, onlar rahattı. Hiçbir etik ya da ahlaki kaygı duymadan mücadele ettiler. AKP yönetimi, kendi dar dinci programını bütün topluma dayatma hakkının olduğuna inanıyordu. Çünkü onlar, kutsal bir davayı temsil ettiklerine, Allah’ın kelamının (Nass) gereğini yaptıklarına ve bizatihi bu davanın kendilerine mutlak bir haklılık kazandırdığına inanıyordu. Öyle de davrandılar.
Artık siyasal aymazlık ve ahmaklığın alemi yok. Hiçbir şey için geç değil. Bir tarihsel başarıya ihtiyacımız var. Yapabiliriz! O halde bütün gücümüzle 28 Mayıs’a yüklenelim.