Zihnimizin sinsi kusurları
TEVFİK UYAR
Diyelim ki başınız ağrıyor. Yirmi kişinin bir arada bulunduğu bir sınıfa girdiniz ve baş ağrınızdan bahsettiniz. Bir kişi size cebinden çıkardığı zamazingo adlı bir şeyi uzatıp, “Bu baş ağrısını giderir” diyor. Kalan 18 kişi de “Evet evet, Zamazingo baş ağrısına pek iyi gelir” diye teyit ediyor. Bir kişi hariç. Üstelik o kişi bir tıp hekimi. O size “Ben doktorum. Zamazingonun baş ağrısına karşı hiçbir faydası olmaz” diyor. Hangisine inanmayı tercih edersiniz?
Yukarıdaki soruya tam şu an “gazete okumakta olduğunuz” steril şartlar altında “tabii ki doktor” diye yanıt vermiş olabilirsiniz. Belki doktor haklıdır, belki de deneyimlerine dayanarak konuştuklarını sandığımız 19 kişi. Orası mühim değil. Ama araştırmalar bize, on dokuz kişinin sözünü dinleme eğilimimizin daha yüksek olduğunu söylüyor. Kim olduklarından, ne kadar uzman ya da güvenilir olduklarından bağımsız olarak, birden fazla kişinin fikriyle karşılaştığımız zaman sayıca çok olanları takip etmemiz zihnimizdeki “eşitlik kısa yolunu” kullanmamızın örneklerinden biri.
SOSYAL MEDYADA BİLGİLENME VE İNANMA SERÜVENİMİZ
Sosyal medyada bir bilgiyle ilk kez, sözgelimi sabahın ilk kahvesini içerken şöyle bir Twitter’da gezinirken karşılaşıyoruz. Özellikle şüpheci bir yaklaşımı benimsememişsek eğer, karşılaştığımız ve ilk anda bize mantıklı ya da olabilir görünen bir şeye inanmamız hiç de anormal değil. Hele ki onlarca kişinin benzer şekilde düşündüğünü de gördüysek…
Peki ya inanmayı tercih ettiğimiz şey yanlış ve hatta saçma, daha da kötüsü -sözgelimi sağlıkla ilgiliyse- ve zararlıysa? Bunun farkına kendi kendimize varmamız her zaman mümkün değil. Zira her konuda uzman değiliz. Bazen bir konunun teknik uzmanlık gerektirip gerektirmediğini bile ayırt etmek mümkün olmayabilir. İşte böyle bir durumda “eşitlik kısayolunun” devreye girmesi oldukça muhtemel. Sosyal medya, ona her bağlandığımızda bizleri her saniye yüzlerce ve hatta binlerce kişinin hazır bulunduğu bir odaya atıyor. Aralarında uzman kişiler olsa da önümüze çoğunluğun fikirleri düşüyor. Sosyal medya ağlarımızı kendimize benzer kişilerden oluşturmuşsak, farklı bir fikir duyma imkânı artık ortadan kalktığı gibi aynı niteliğe sahip bilgileri birbirimizle paylaşıp hem de birbirimizi teyit ederek son derece özgüvenli bir ortam oluşturmuş oluyoruz. Yankı odası dediğimiz tam olarak bu; zira başkaları da konuşuyor olsa, duyduğumuz şey aslında kendi sesimizden başkasının yankısı değil. O karmaşada yön bulabilmek çok zor.
Eğer sadece görmek ile yetinmişsek, geri dönmek için hâlâ şansımız olabilir. Ancak o yanlış, saçma ya da zararlı bilgiyi biz de paylaşmışsak geri dönmek zorlaşıyor. Çünkü o görüşe yatırım yapmış oluyoruz (duygusal, zamansal, itibari ve belki de ekonomik) ve yatırımımızın boşa gitmemesi için artık o görüşün “illaki doğru olması” gerekiyor. Hele ki bir de biri bize itiraz ettiyse ve biz de o bilgiyi savunmak zorunda kaldıysak adeta bir çukura düşmüş oluyoruz çünkü bu durum o bilginin doğruluğuna daha fazla bağlanmamıza sebep olabiliyor. Bu durumsa “bumerang etkisi” olarak anılıyor…
KOMPLO TEORİLERİ YANKI ODALARINDAN BESLENİYOR
Eğer biraz komplo teorilerine inanmaya yatkınsanız, yukarıda anlattığım mekanizmanın sizi götüremeyeceği yer yok. Maskelerin içerisinde nano robotlar mı var? Aşılar aslında mikroçip mi taşıyor? Pandemi insan nüfusunu azaltmak için planlanmış büyük bir komplo mu? Virüs dediğimiz şey aslında 5G dalgalarının öldürücü etkisini gizlemek için bir maske mi? Ve hatta… Yoksa dünya düz mü?
Komplo teorisi temelli düşünme bir güdümlü düşünme eylemidir. Başka bir deyişle, önümüze düşen her veriyi artık bağımsız ve nesnel değerlendirme becerimiz yoktur. Buna karşılık “öküz altında buzağı arama” becerimiz arşa ulaşmıştır. Güdümlü düşünceye kendimizi fazla kaptırmak, beyin kimyamızı bağlamı anlayamayacak kadar bile değiştirebilir. Örneğin, bir gazete hesabında BioNTech kurucuları Prof. Dr. Özlem Türeci ve Prof. Dr. Uğur Şahin’in şu cümleleri vurgulanmıştı:
“Bu aşı çok hızlı geliştirilen bir ilaç ama 30 yıl süren bir çalışmanın emeği”
Bu cümlede sizce bir sorun var mı? Buradan kötü niyetli bir bilgi çıkarabilir misiniz? Yapamadıysanız bu iyi bir şey… Yapabilenler ise çoğunlukta. Bu tweetin altında “30 yıl önce korona mı vardı? Neyin çalışmasını yaptınız siz?” minvalinde yorumlar bulunuyordu. Güdümlü düşünmek, oradaki bağlamı yani kastedilenin 30 yıllık çalışma ve birikim olduğunu anlamayacak kadar değiştiriyor.
Güdümlü düşünce hangi kanıtları muteber bulup bulmadığımızı da değiştiriyor elbet. Bir sabah Whatsapp’tan gelen, ne idüğü belirsiz, hiçbir bilgi içermeyen bir “Arkadaşlar merhaba. Adını veremeyeceğim bir hastanede çalışıyorum. Şu an 10 dakika mola verebildim. Burada yoğun bakımdaki tüm hastalar öldü” şeklindeki ses kaydına, ya da bir blogda karşılaştığımız Covid’in aslında 5G dalgalarıyla tetiklendiği, 5G denemelerinde 20 bin antilobun öldüğü iddiasına kanıtsız, sorgusuz, sualsiz inanırken; bu inançlarımızdan vazgeçmek için muteber kanıtlara ihtiyaç duyuyoruz.
ELİ VERİP KOLU KAPTIRMAK
Geçtiğimiz günlerde bir Düz Dünya grubunun organize ettiği “canlı yayını” büyük bir sabırla sonuna kadar izledim. Canlı yayını organize eden M.N. adlı kişi şu cümleleri sarf etti:
“11 Eylül’den sonra bazı tespitlerim olmuştu. Saldırının bir aldatmaca olduğunu çözmem uzun sürmemişti. Corona sürecinin de bir aldatma süreci olduğunu araştırırken önce Ay’a gidilmediğini, sonra uzaya bile çıkılamadığını fark ettim. Sonra düz dünya gruplarıyla tanıştım… Dünya’nın da düz olmadığını fark ettim”
Bir komplo teorisine inanmanın diğerlerine inanmayı kolaylaştırdığını gösteren oldukça sağlam birçok araştırma var. Yani “şurasından şuna biraz inanayım ama diğerine inanmayayım” gibi bir kontrole sahip olmak kolay değil.
YouTube üzerinden yapılan bazı araştırmalar da aynı sonuca varıyor. Hatta başta düz dünyacılık olmak üzere komplo teorilerinin yükselişinden Youtube’u sorumlu tutuyor. Görünen o ki Youtube, video öneri algoritmasıyla bir komplo teorisine inanan kişileri “seçici maruziyete” bırakarak, başka komplo teorileri videolarını da izlemesine, dolayısıyla komplo teorisi dağarcığını genişletmesine sebep olmuş görünüyor.
Dün Dünya konferanslarında yapılan bire bir röportajlardan görülüyor ki tıpkı M.N. gibi düz dünya inanırlarının da aslında en başta farklı komplo teorilerini desteklerlerken YouTube’da düz dünya videolarıyla karşılaştıklarını ve düz dünya gruplarına öyle katıldıklarını anlatıyorlar.
UZMANLARA GÜVENMEK
Komplo teorisi temelli düşünmenin temelinde, “otoriteye duyulan güven duygusunun yitimi” var. Buradaki otorite sadece “yönetme erkine sahip olanlar” anlamında değil, uzmanları da içeriyor.
Komplo teoricilerinin önemli bir ortak özelliği, uzman “otörleri” otorite ile işbirliği içerisinde görmektir. Whatsapp ve Facebook gruplarında DSÖ’nün tıp doktorlarına “koydukları Covid-19 tanısı başına para ödedikleri” gibi akıllara zarar bir iddianın döndüğünü ve kalabalıklarca benimsendiğine hayretle şahit olabilirsiniz.
Jared Diamond’a göre avcı toplayıcı toplumlarda uzmanlaşma pek azdı ve herkes aynı yaşam bilgisine sahip olmanın yanı sıra, bitmek tükenmek bilmeyen konuşmalarla bilgilerini sürekli birbirlerine aktarıyorlardı. İşin ilginç tarafı, bugünün sosyal medyası modern hayattaki ilişkilerimizden daha çok, avcı toplayıcı dönemlerimizdeki ilişkilerimize benziyor. “Ağzı olan konuşuyor” betimlemesi en çok sosyal medyaya yakışıyor.
Dolayısıyla herkesi eşit kabul ederek çoğunluğun görüşünü kabul etmek, avcı toplayıcı dönemde işe yaramış olabilir. Obamızdaki 10 kişiden 9’u bugünlerde ormanın güney tarafında aslan olabileceğini düşünüyorsa, elbette kulak vermek mantıklıdır ama mesleki uzmanlığın gerekli olduğu, teknik bilginin yararlı olduğu durumlarda elbette öyle değil. Bugün bir Afrika Safari gezisine çıkacak olursak, bize turist olarak eşlik eden 9 kişi ne düşünürse düşünsün, aslanların nerede olabilecekleri konusunda tur rehberimi dinlemeyi tercih ederim.
“Uzmanlar ne söylerse doğrudur” diyerek bir safsataya imza atmayacağım tabii ki… Ama kuru kalabalık ve uzmanlar arasında kaldığımızda illaki bir tarafın görüşüne daha çok ağırlık vereceksek, elbette bu uzmanlardan yana olmalı.