Zirai donun ardından
Geçtiğimiz hafta Türkiye’de son yılların en ağır zirai don olaylarından biri yaşandı. Bu vesileyle bir kez daha tarımın, kırsal ve kentsel sınıf ilişkilerinin kesiştiği temel alanlardan biri olduğunu hatırladık. Tarımda yaşanan her kriz, yalnızca kırsalı değil, doğrudan kentte yaşayanları da etkiliyor. Üretim kaybı, gıda fiyatlarında artış ve erişim zorluğu olarak sofralara yansıyor. Bu açıdan bakıldığında, yaşanan felaketin hem üretici hem de tüketici açısından büyük bir adalet krizine dönüşme riskinin ciddiye alınması gerekiyor.
Peki ne yaşadı çiftçi, bakalım. Üretim alanları buz kesti. Manisa’dan Ordu’ya, Mersin’den Malatya’ya, kayısıdan üzüme, kirazdan fındığa kadar birçok üründe ağır hasar meydana geldi. Bir gecede mahsulünü kaybeden üreticiler, büyük bir belirsizlikle baş başa kaldı. Çiftçilerin zararının tespiti için araştırma komisyonu kuruldu. ÇKS kayıtlı çiftçiye zirai don desteği verileceği; kayıtlı sigortası olmayan üreticiler için de giderleri hesaplanarak maliyetlerin karşılanacağı açıklandı. Hasarın ne kadarının, ne zaman ve nasıl karşılanacağı da hala belirsizliğini korurken birçok bölgede üreticiler afet bölgesi ilanı talep etti ancak henüz karşılık bulan olmadı.
Diğer yandan zirai donun etkisinin, bakanlığın açıkladığı gibi yalnızca bazı meyve türleriyle sınırlı olmadığı da ortaya çıkmaya başladı. Temel tarım ürünlerini de kapsayan çok daha geniş ve derin bir yıkım söz konusu olduğuna dair saha verileri paylaşılmaya başlandı. Şekerpancarı, buğday ve arpa gibi ürünlerde de zarar olduğu üreticiler tarafından ifade edildi.
∗∗∗
Nitekim bölgelerinin hasarlı alan olarak görülmediğinden yakınan birçok üretici de var. Buna rağmen Bakan Yumaklı’nın, sahadaki gerçeklikle çelişir biçimde stratejik ürünlerde zarar olmadığına yönelik açıklaması hem üreticilerde hem de kamuoyunda sorunun adaletli çözümü konusundaki güvensizliği perçinliyor. Bakanın diğer açıklamaları da felaketin toplumsal etkilerini hafife alma eğilimini yansıtıyor. Örneğin “gıda arz güvenliği açısından bir sorun yok” sözleri, mevcut gıda krizini yalnızca raflarda ürün olup olmamasına indirgeyen dar bir bakışa işaret ediyor. Oysa zaten yüksek seyreden gıda fiyatlarının üzerine bu ölçekte bir üretim kaybı eklendiğinde, halkın özellikle dar gelirli kesimleri için gıdaya erişim daha da zorlaşması, hele ki bakanlığın bu ihtimali görmezden geldiği bir durumda ne yazık ki kaçınılmaz.
Son yıllarda birçok felakete tanıklık ettik. Ve tüm bunlardan hareketle diyebiliriz ki bu zirai donun bir felakete dönüşmesi sadece hava koşullarına bağlı değil. Bu sorunun çözümünde izlenecek tarım politikalarına bağlı. Halkın mı sermayenin mi önceleneceğine bağlı. Destek sistemlerinin adil yönetimine bağlı.
∗∗∗
Tam da bu ortamda, Yozgat mitinginde çiftçilerin traktörleriyle yaptığı konvoy ülkenin gündemine yerleşti. Yollara dökülen traktörler, yalnızca mazotun ya da gübrenin değil; bir bütün olarak tarım sisteminin çöküşünü haykırıyordu. Bir çiftçinin şu sözleri bu isyanın ekonomi politiğini özetliyor: “Ektik biçtik, hasadı sattık; gübreye, elektriğe, ilaca verdiğimizi zor karşıladı. Sattığımız buğday, bize zorla aldırılan tohumluk buğdaydan ucuz. Bütün yıl boşa çalışıyoruz.” Bu cümle bir çiftçinin hayal kırıklığı değil; değişmesi gereken üretim ilişkilerinin bir özeti olarak ele alınmalı. Türkiye’de üretici, uzun süredir piyasacı politikaların ve neoliberal kalkınma anlayışının etkisi altında eziliyor. Tarım politikası, çiftçiyi destekleyen değil; onu küresel piyasa koşullarına uyumlandıran bir araç olarak şekillendirildi.
Zararların eksiksiz tespitinden, TARSİM’in yeniden yapılandırılmasına, borçların silinmesinden, desteklerin artırılmasına, dona karşı dile getirilen talepler de aynı şekilde siyasal ve ideolojik bir yön değişikliğini zorunlu kılıyor. Bu taleplerin karşılanması, kamucu bir tarım politikasını gerektiriyor. Halkı değil piyasayı önceleyen anlayışın terk edilmesini ve üreticinin yeniden söz sahibi olmasını gerektiriyor. Çiftçi onlarca yıldır bu taleplere kulak tıkayanlara doymuş görünüyor…