Basit bir iki soruyla başlayalım, sonra daha zor sorulara geçeriz. Soru 1: Bir anne ya da baba olsanız, çocuğunuzun hayatının geri kalanında kağıt toplayıcı mı yoksa iyi bir meslek sahibi olmasını mı tercih ederdiniz?

Soru 2: Hadi diyelim çocuğunuz yok, ebeveyn değilsiniz. Hayvanınız var, kedi ya da köpek. Hayvanınızın sağlıklı beslenmesini, mutlu bir hayat yaşamasını mı tercih edersiniz, yoksa üzeri başı parazit dolu, sokaklarda aç susuz dolaşmasını, başka hayvanlar tarafından hırpalanmasını mı tercih edersiniz?

Şimdi şartları biraz daha zorlaştıralım. Maddi durumunuz yerinde, güzel bir evde -hem de çok güzel- yaşıyorsunuz, çocuğunuzun bodrum katta rutubetli, güneş görmeyen bir odada mı yaşamasını tercih ederdiniz? Aynı şekilde her türlü imkânınız varken, çocuğunuzun eğitim görmesini mi yoksa nerede zar zor okuma yazma bilecek, dört işlemi hesap makinesiz yapamayacak bir eğitim seviyesinde olmasını isterdiniz?

Siz her gün aşırı lüks arabalarınıza binip oradan oraya, en ballı yemekleri yerken, evladınız “karnım aç” dediği zaman “Kilerde bayat ekmek vardı, onu neden yemedin?”demeyi mi tercih ederdiniz.

∗∗∗

Evet, bizimkiler aynen böyle takılıyor. Hem de kaç yıldır bilinmez. Her türlü imkânımız, şeklimiz, şüklümüz, paramız, deniz kıyımız, ormanımız varken, nedense halk olarak sürdürülebilir bir sefilliğe alıştırılmış, aç yatağa girmemeyi lüks olarak gösteren ve sunan bir hayat tarzı içine sürüklendik. Bir de huyumuz kurusun çok uysalız. Bizi uysallaştıran tabii ailemizin şiddeti sevmesi de olabilir. Ne zaman bir şey istesek, kemerle dövdü bizi babamız. Ne zaman bir şeyden rahatsız olsak, elimize yüzümüze biber gazı sıktı. Bizi hiç dinlemedi, hep içindeki boşluğu, açlığı doldurmayı tercih etti. Ama açgözlülüğün ruhta yarattığı boşluğu hiçbir gemicik, hiçbir milyar dolar, hiçbir özel uçak dolduramaz. Ruhunuzu açgözlülüğe ve hırsa teslim ederseniz, günün sonunda kapkara bir karanlığın içinde, kupkuru bir kalabalıkla sarılmış, saygıyı korkuyla satın alabileceğini zanneden boş ruhlara dönüşürsünüz. Bütün mitolojik hikâyelerde bu böyledir. Mitolojik olmayanlarda da böyle zaten. Peki babamız ve anamız neden bizi sevmiyor? Bizi döverken, garip ve tuhaf komşuların, garip ve tuhaf isteklerini her zaman dinliyor. Kendi evladına göstermediği ihtimamı iş arkadaşlarına ballı kaymaklı gösteriyor. Ailesini değil, işini seviyor… Neden böyle oldu? Onu da psikologlar cevaplasın. Çok basit aslında psikolog olmaya bile gerek yok. Sevgi görmeyen, sevgi gösteremez. Sevilmemiş bir çocuk, büyüyünce çocuk sevemez. Sevilmemenin ve reddedilmenin getirdiği eksiklik, hırsa, hırs öfkeye, öfke de şiddete dönüşür zaman içinde.

Sonrasında neler olur belli. Bal bal demekle ağzımızın tatlanmayacağı gibi. “İnanıyorum, inançlıyım” demekle de inanılmıyor, güzel ahlak sahibi olunmuyor.

∗∗∗

Bizimkiler çocuklarını eğitmedikleri gibi, “Baba ben okumak istiyorum” diyen evlatlarına da ”Git uzakta bi yerde oku, beni de hasta etme” dedi. Onunla da yetinmedi, çocuğun okuduğu okula gidip öğretmenlerini hırpaladı, okulun kapısı açılmasın diye kapıya kelepçe taktı. Diğer öğrenci arkadaşlarıyla buluşmasın diye, envai çeşit yasak getirdi çocuklara. Nasıl bir aile içindeyiz, nasıl bir çocuk yetiştirmek, anlaşılır şey değil.

Bununla da kalmadı, çok çocuk yaptı. Durmadan çocuk yaptı. Okumak istemeyen diğer çocuklarını da destekledi. Onları daha vahşileştirdi. İnsan kendi çocuğunun cahil olmasını ister mi? Bizimki istedi. Hem de çok istedi. Evlatlarını birbirine düşürdü. Evde huzur kalmadı. Çocuklardan bir kısmı evi terk etti kaçtı gitti. Bir kısmı hâlâ rutubetli bodrum katlarında, bir kısmı hâlâ çöp başlarında hayatlarına devam etmeye çalışıyor. Yeni doğan çocuklarını da aç bıraktı. Çocuklar güdük kaldı, öyle olunca zaten çocuğun ensesine vur al lokmasını.

Lafta kalan her şey gibi o kadar çocuğun da çocuklukları yandı gitti, hayatları derme çatma, hak etmedikleri kalitesiz yerlerde solup gitti. Korkunç bir anaforun en kuvvetli anında, tüm suyun çekilip bittiği yerdeyiz.