Meclis tutanaklarına göre Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin Bakanlık Bütçesini sunduğu konuşmasının sonuna doğru şu sözleri sarf etti:

“Siz totaliter tavırlarınızla insanların dinine, inancına, eğitimine, yaşantısına müdahale ettiğiniz Türkiye yok artık; bunu görün, uyanın… Çok hoşunuza gidecek bir şey daha söyleyeceğim… Bakın, Millî Eğitim Bakanlığının şu anda, 2023 yılı itibarıyla geçerli 2.709 tane protokolümüz var. Bunlardan 1.167 tanesi resmî kurumlarla, 550 tanesi STK’lerle, 986 tanesi ise TEMA’dan Kızılay’a, bir sürü STK’yle… Bunların içerisinde sizin “tarikat, cemaat” dediğiniz…bizim “STK” dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır ve ben bu protokollerden dolayı bu protokollerle bize hizmet eden, bize destek olanlara da teşekkür ediyorum. Onlarla da protokol yapmaya da devam edeceğiz. Çatlasanız da patlasanız da… Bakın, protokol yaptığımız bu sivil toplum örgütleri sizin çocukları dağa çıkarmanıza engel olduğu için çatlıyorsunuz. Ben o STK’lerle protokol imzalamaya devam edeceğim. Çocuklarımın dağa çıkmaması için sizin insan kaynağınıza insan yetiştirmemek için buna devam edeceğim…”

Konuşmanın “çatlama patlama!” ve benzer dalga geçme tonunu bir tarafa bırakacak olursak ibret verici ve “uyarıcı” olduğu kesin. Nitekim geniş bir tartışma alanı buldu. Öncelikle bakanın ana argümanı olan “çocukların dağa çıkmasına engel olma” iddiası ipe sapa gelir değil. Tarikat/cemaat bağlantılı vakıf ve dernekler ağırlıklı olarak “değerler eğitimi” adı altında okul öncesi ve ilkokul çağındaki çocukları devşirmeye çalışıyorlar. En eski protokol de -bildiğim kadarıyla- 2016 sonrası yapıldı. Bu çocukların “dağa çıkacak” yaşa gelmeleri için epeyce yaş almaları gerek!

∗∗∗

Kaldı ki geçmişleri “Kemalist Devlet Yıkılı Elbet!” sloganına bağlanan, adları istismar vakalarıyla, cumhuriyet karşıtı cihadist yapılarla en önemlisi birkaç yıl öncesine kadar Fetullahçı yapılanma/FETÖ ile anılan kişi ve oluşumların, -bu halleriyle başlı başına ülkeye tehdit oluşturan- “STK’ların teröre karşı sigorta!” olarak görülmesi başlı başına zavallıca. Devlet devasa güvenlik harcamalarını bırakıp üç beş protokol daha imzalasın o zaman! Sayın bakan anlaşılıyor ki klasik olduğu üzere “milliyetçilik sığınağına” oynuyor.

Konuşma laiklik ekseninde daha geniş bir tartışma alanı buldu. Bu haliyle faydalı ve uyarıcı olduğu bile söylenebilir. “(eski) Türkiye yok artık; bunu görün, uyanın…” yerinde bir tespit! Şeyleri adıyla çağırmak nereden gelirse gelsin görmezden gelmeye, takiye yapmaya göre daha faydalıdır. Bu çerçevede özellikle meclis içerisinden bu konuşmaya dönük tepki ve eleştirilerin yanlış/eksik gördüğüm kısımlarına değinmeye çalışacağım.

Başta parlamento içi muhalefet olmak üzere devlet analizinin güncellenmesine ihtiyaç var. Yargısından milli eğitimine, Parlamentosundan sermayesine… Bu analiz çözüm setlerini de işaret edecektir. Eski devlet analizi ile yaklaşıldığında yönetemeyen nerede ise “failed state” (çuvallayan/başarısız) olarak değerlendireceğimiz devlet, bakanın da işaret ettiği haliyle kendi gündemine hakim, hedeflerine yaklaşma konusunda gözü kara, “başarılı” bir devlet olarak görülecektir. Kuşkusuz bu iki farklı analizin muhalefet ve çözüm yolları da epeyce farklı olacaktır.

Ayrıca İktidarın laiklik karşıtı uygulamaları ve cemaat/tarikat yapılanmalarına açtığı alan tartışma konusu protokollere göre daha derin ve sürekli. Bu nedenle Laiklik savunusunu sadece protokollerle sınırlandırmamak gerek. Müfredattan kadrolaşmaya kadar yapılanlara bakarsak tarikatlar esas Milli Eğitim Bakanlığı tarikatların “paraleli” olmuş durumda!

∗∗∗

Bakanın konuşması nedeniyle ağırlıklı olarak FETÖ benzetmesi yapılarak ders alınmadığı yolunda eleştiriler yapıldı. Oysa Fetullahçı yapılanma ile mevcut cemaat/tarikat yapılanmaları arasında çok büyük farklar var. Fetullahçı yapılanma ağırlıklı olarak devlet bürokrasisinde güçlenmeyi öncelemişti. Halk nezdindeki desteği sınırlı kalmıştı. Oysa şimdi, başta milli eğitim olmak üzere tarikat cemaat örgütlenmeleri -devletin de desteğiyle- tabanda ciddi bir örgütlenmeye ve halk desteğine/meşruiyete sahip görünüyor. Kaldı ki iktidarın FETÖ ile derdi “informel olarak devleti ele geçirmesi” değil “kendisi ile yolları ayırması idi. Kürt hareketinin bazı unsurlarının tarikat ve cemaat örgütlenmelerine yaklaşımda bu yapılarla kesişmesi de göz önünde bulundurulursa karşı karşıya kalınan durumun FETÖ dönemi ile mukayese edilemeyeceğini göstermektedir.

Bir diğer göz ardı edilen husus tarikat ve cemaatler ile siyasi iktidarın hedefleri için bir yol kazası olarak gördükleri 15 Temmuz’dan sahiden “ders çıkararak” kendi içlerinde minimum gerilimle etki alanlarını büyütmeye çalışmalarıdır. Teolojik ve maddi çıkarlar bakımından birbirleri ile “çatışmaları” gereken yapıların iktidarın moderasyonluğunda gül gibi geçinip gidiyorlar, ticaretlerine ve etki alanlarını büyütmeye bakıyorlar. İşte Diyanet hatta muhalif olarak görülen bazı partiler bile yolsuzluklara, milyonluk arabalara, çocuk istismarlarına, cemaatlerin ballı ihalelerine eleştirel tek bir söz söyle(ye)miyor.

∗∗∗

Tam burada 2019 yılında sızan Diyanet’in “Dini-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlarve Yeni Dini Yönelişler” raporunu hatırlamakta fayda var. Bu raporun -bence- en önemli yönlerinden birisi şimdi yükselen bazı oluşumları değerlendirme dışı bırakmış, bu haliyle onlara alan açmaya çalışmış olmasıydı. 15 Temmuz “paniği” ile düzenlendiği anlaşılan raporda nerede ise bir terör örgütü olarak tanımlanan “Mustazaflar Hareketi (Hizbullah)” artık iktidarın makbul bir bileşeni.    

Yazı uzadı. Ama adet olduğu üzere ne yapmalı üzerine de bir şeyler söyleyeyim. Yukarıda yazmaya çalıştığım yaklaşım değişikliği zemininde bir şeyler yapılmalı.  Parlamento kürsüsünden Cumhuriyetin ve laikliğin ruhunu çağırarak, rafa kaldırılmış anayasaya aykırılık uyarıları yaparak, çoktan bu yapıların korumalığına soyunmuş yargıyı göreve çağırarak sonuç alınamaz. Bu yapılara kendini kaptırmış halkla aramızdaki iletişim duvarlarını yıkarak, gerilimi sınıfsal zemine taşımak en doğru başlangıç olacaktır.