Verso yayınları 2007’de, modernizm-postmodernizm kapışmasını yeni boyutlara taşıyacak bir kitap serisi yayımlamaya başladı. ‘Revolutions’ üst başlığını taşıyan bu seride tarihsel kişilikler...

Verso yayınları 2007’de, modernizm-postmodernizm kapışmasını yeni boyutlara taşıyacak bir kitap serisi yayımlamaya başladı. ‘Revolutions’ üst başlığını taşıyan bu seride tarihsel kişilikler ve metinler Slavoj Zizek, Michael Hardt gibi ünlü filozoflar tarafından yorumlanarak tartışılıyor. Thomas Jefferson’dan Mao’ya, Robespierre’den Troçki’ye birçok önemli ismi ve metinlerini yeni okumalarla sunan dizinin bence en ilgi çekici ve keyifli kitabı şu başlığı taşıyor: ‘Terry Eagleton Sunar: Hz. İsa’

Eagleton, dört incilin de derli toplu biçimde sunulduğu kitaba yazdığı muhteşem sunuş yazısında İsa’ya oldukça keyifli bir bakış açısıyla yaklaşırken -mesela Yahuda’nın İsa’ya niçin ihanet etmiş olabileceği üzerine fikir yürütürken şöyle diyor: “Belki de onun bir Lenin olmasını bekliyordu ve kolonyal güce karşı halka liderlik yapmayacağını anladığında da inancını yitirdi.”- tarihsel bir değişimin öncüsü olarak İsa’nın söylediklerini ve yaptıklarını ele alarak niçin bildiğimiz anlamıyla bir devrimci olamayacağını, ama yine de nasıl bir devrimci olabileceğini tartışıyor.

Bu keyifli okuma deneyimi sayesinde bir de son zamanlardaki tuhaf çıkışlarıyla epey kafa karıştıran Hugo Chavez’in İsa’yı ‘tarihin en büyük sosyalisti’ olarak nitelediğini öğrenmiş oldum. Evet, böyle bir yanılsama var ve nedenlerini anlamak hiç de güç değil: Bir kere din, özellikle hayatın en büyük bilinmezi olan ölüm ve sonrasıyla bağlantılı olarak söylersek, en kuvvetli ‘anlamlandırma’ aracıdır; niçin doğduğumuza ve öldükten sonra ne olacağımıza dair olabilecek en saçma ve aynı zamanda en rahatlatıcı araç...

Ve aslında hepsi benzer şeyleri söylüyor olmalarına rağmen tarihe peygamber olarak geçmiş her bir kişiliğin verili düzene karşı bir ‘devrimci’ yönü olduğu da doğrudur. Tabii tartışma, bu ‘devrimciler’in ne kadar sosyalist olduğu üzerinde düğümleniyor. “Bir zenginin cennete girmesi, bir devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zordur.” Ve “Dünyaya barışı getirdiğimi sanmayın; barışı değil kılıcı getirdim.” İsa’yı sosyalist devrimci bir peygamber olarak sunmaya çalışanların argümanı temelde İncil kaynaklı bu iki söze dayanıyor. Ama “Tanrının hakkı tanrıya, Sezar’ın hakkı Sezar’a...” diyen de İsa değil miydi?! Yanılsamanın kimi sosyalistler arasında bu şekilde tartışılabilmesinin dinamiğiyse, açıkça dinin kıskandıracak kadar yaygın kitlesel gücü olsa gerek; üretim araçlarının mülkiyeti üstünde yükselen bir emek sömürüsü düzenini yıkma düşüncesiyle, bu dünyada çekilen acıların karşılığının, dert etmeye gerek yok, ne de olsa öbür dünyada tanrı tarafından cennetle ödüllendirileceği düşüncesini buluşturmaya çalışmanın başka açıklaması olabilir mi?

Neyse, felsefi ya da sosyolojik temeli ne olursa olsun, sonuçta bu tür bir önermenin Chavez’den çıkması çok da şaşırtıcı değil; Latin Amerika bu konuda ne yazık ki çok acı deneyimlerle örülü bir tarihe sahip: Kolomb’dan kısa bir süre sonra yeni kıtaya gelip koskoca Aztek ülkesini yerle bir eden İspanyol katil Cortez’in başlattığı zulümden kaçmanın en iyi yolu, yine aynı kolonicilerin dinine sığınmaktı. Bu gelenek toplumsal bilinçaltına öyle kuvvetli biçimde işlemiş olmalı ki Latin Amerika’daki birçok sosyalist hareket ya da ayaklanmanın örgütlenmesi kiliselerden başladı ya da en azından kilise desteğini belirgin biçimde gözetti. Anımsayın, Proudhoncu bir çıkış yaparak “Yoksulun karnını doyurmak için çalması günah değildir.” diye fetva verenler de Latin Amerikalı rahiplerdi. Hafta içinde izlediğim ‘The Way of A Warrior’ adlı belgesel filmdeki bir sahne de yeterince açıklar durumu: 80’lerden kalma bir 8 mm. film görüntüsünde ellerinde kalaşnikoflarla Bolivyalı CNPZ gerillalarını, kendilerine vaaz veren ihtiyar bir adamı dinledikten sonra kalkıp hep birlikte dua ederken görürüz. (Bu gerillalardan bazıları, Haziran 1990’da Coca-Cola’nın Bolivya temsilcisi Lonsdale’i fidye için kaçırdılar ve polis baskınında öldüler. Hikâyenin bu kısmını önümüzdeki hafta, nihayet ‘sol ve şiddet’ konusuna girerek ele alacağız.)

Hrant için: Ortalık durulmuş gibi görünüyor, lakin soru işaretleri hâlâ yerinde duruyor. Cemil Ertem bu sefer de Birgün’de “yani üç-beş Ermeni konferans düzenliyor; manşetten mi göreceğiz; indirin o manşeti” gibi korkunç bir başka laf edildiğini yazdı. Bunları isim ve tarih vermeden aktardığı için suçlamalar söylenti olmanın ötesine geçemiyor tabii, fakat en basitinden faşistlere yakışacak bu tür lafların yarattığı mide ve zihin bulantısı çok fena... Anlaşılan o ki bu çirkin kavgadan sağlıklı bir sonuç beklemek gerçekçi değil... Bir okur olarak kişisel fikrimi söyleyeyim: Her türlü milliyetçilikten uzak ve sosyalist bir yayın organı olarak Birgün’e en çok yakışan isim, rahatlıkla Fırat da olabilen Hrant Dink’tir; Oğuzhan Müftüoğlu, Cemil Ertem ya da bir başkası değil...

 

=