Hukuk bitmiştir!

Tuz koktu!

Hukukun şirazesi kaydı!

Sözün bittiği yerdeyiz!

Anayasa askıya alındı!

Hukuk Darbesi!

Yargı yok!

Yargı krizi!

Benzer tespit ve eleştirileri özellikle AKP’li yıllarda yüzlerce kez duymuşuzdur. Yüzlerce kez manşetlerde, makalelerde okumuşuzdur. Siyasetçilerin ve hukukçuların ağzından defalarca işitmişizdir. Üstelik bir dönem karar ve uygulamalarıyla bu tespitlerin muhatabı olanlar, “hukuku bitirenler” ve “anayasayı askıya alanlar” pozisyonlarını kaybedince bu kez “bitirdikleri hukuku” yardıma çağırıp, boş yere aranıp duruyorlar. Adeta “hukuksuzluk ağına” takılmak için herkes sırasını bekliyor!

Bir de tespitlerine “artık …” diye başlayanlar var. Her hukuksuzlukta sayacı sıfırlayıp, zaten bittiği defalarca kez ilan edilen hukukun bittiğini yeniden ilan ediyorlar. Kuşkusuz hukuksuzluklara dair söylem düzeyinde de itiraz edilmesi önemli ve yerindedir. Ancak unutulmamalı ki eğer “sonuç alıcı müdahaleler” yapılmaz ise keyfiliğe varan bir “hukuksuzluk arsızlığını” besleyen sızlanmadan ibaret kalır bu itirazlar. Hukuka uymamanın nihai yaptırımı toplumun tepkisi/direnişi/başkaldırısı olduğu için bu yaptırımdan “korkuları kalmayan” hukukçular bile artık çıplak güç olarak kalmış iktidarın ajandasına teslim olurlar.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Atalay’la ilgili verdiği ikinci ihlal kararı sonrası da aynı şeyler tekrar ediyor. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesinin verdiği “AYM kararına uyulmaması” kararının hukuksuzluğu ve hukuk devletine çok ağır bir saldırı olduğu çok açık. Detayları çok yazıldı çizildi. Adalet Bakanı’nın “Yargıtay’ın verdiği kesinleşmiş hüküm söz konusu. Bu kesin hüküm de TBMM’nin gündeminde. Hep beraber önümüzdeki süreci göreceğiz." yönündeki açıklaması Yargıtay kararının TBMM’de okunarak Atalay’ın Milletvekilliğinin düşürüleceğini ima ediyor.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ise AYM’nin geçmişte verdiği parti kapatma, 367 ve türban kararlarını da gerekçe göstererek AYM’yi ideolojik ve pervasız ilan etti. İyice abartıp, AKP’nin yargıyı elleriyle Fetullahçılara teslim ettiği dönemi de AYM ye mal etti. Çözümün Anayasa ve yasa değişikliği ile “milli yargı” nın güçlendirilmesi olduğunu belirtti. Bu açıklamalar her ne kadar hukuken ve siyaseten  kıymet-i harbiyeden yoksun ise de 13. Ağır Ceza ve Yargıtay’ın kararının gerçekte nerede verildiğini ve amacın ne olduğunu göstermesi bakımından önemli. Ayrıca “krizin” hukuk devletinden yana aşılmasına niyetlerinin olmadığını da göstermektedir.

Peki ne yapmalı?

Öncelikle doğru sorularla başlamalıyız: Yargının olmadığı, hukuk bitti/hukuka darbe yapıldı dediğimiz bir ülkede hâkimlik savcılık mümkün müdür? Baro ve savunma mesleği olabilir mi? Yargılama yapılabilir mi? Parlamento mümkün müdür?  Hak ve özgürlükler garanti altındadır denilebilir mi? Seçim olabilir mi? Seçilenler yönetebilir mi?

Bu sorulardan herhangi birisine “evet” diyebiliyorsak zaten yaşanan “krizi” anlamamışız demektir. Cevaplarımız “hayır” ise eylemimizin de bu ciddiyet ve ağırlıkta olması gerekir.

Yaşadığımız hukuksuzluk ikliminin kökenlerinin çok eskilere giden birikimli bir sürecin sonucu olduğunu görmemiz gerek. DGM Davaları, Kavala Davası, Ergenekon davaları, Kobani Davası, Gezi Davası gibi devasa bir birikim var. Güncel tartışmadan, geçmişi hukuk açısından bir “asr-ı saadet” dönemi olarak kutsamak ya da AYM güzellemesi çıkarmamak gerek.

Birçok ülkede olduğu gibi yargı içinden çıkacak bir hareketin de koşullarının olmadığı açık. Bu nedenle zaten sorunun kaynağı olan, bittiğini de ilan ettiğimiz yargıdan çözüm/çıkış beklemek hayal olacaktır. En son İsrail’de olduğu gibi toplumsal muhalefetin ve kendiliğinden hareketlerin güçlü bir hukuk devleti savunusu başlatmaları da güç görünüyor. Yıllardır en demokratik tepkilerin bile kriminalleştirilmesine ses çıkarılmamasının sonucu bu durum. Nitekim AYM kararının tanınmamasına ilişkin ilk karar sonrası Sayın Özgür Özel tarafından yapılan “Sokaklarda, meydanlarda direneceğiz, bu hukuksuzluğa teslim olmayacağız. Mücadelemiz büyük bir dirençle başlayacak ve sürecektir” çağrısı ciddi bir destek görmedi.

Yaşadıklarımızın ‘Yöneticilerin artık halkı eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemeyeceği’ anlamında olmasa da bir “kriz” olduğu açık. İktidarı isteyen muhalifler ise krizden korkmak, krizi iktidarın işine yarayacak çözümlerle aşmak yerine “krizi” doğru zemine oturtarak iktidarı hedeflemelidir. Hukuksuzluğun geniş kesimlerin yaşadığı sorunlarla bağı kurularak hukuk devleti mücadelesinin halka mal edilmesi şarttır. Başta siyasi partiler olmak üzere örgütlü yapıların iktidara, hukuk devleti mücadelesinde masada parlamentodan çekilme, yargılamaları tıkama, seçimden çekilme dâhil tüm enstrümanların masada olduğunu göstermesi gerekir.

CHP’nin PM toplantısını krize ayırması doğru olmuştur. Yazıyı yazarken henüz sonuçlanmayan bu toplantının yerinde ve etkili müdahalelere yol açmasını diliyorum.

Unutulmamalı ki zamanında yapılmayan müdahalelerin maliyeti daha yüksek olmaktadır.