Dogville’den bu yana Lars von Trier beni çok ürkütüyor. Son filmi Melancholia/Melankoli’yi izlerken şunu düşündüğümü fark ettim: “Bu adam iyi ki politikacı değilmiş! Çok büyük olasılıkla ikinci bir Hitler olur ve dünyayı sürükleyeceği uçuruma giden yolda peşine milyonlarca insanı takmayı başarırdı!”

Yanlış anlaşılmasın, yönetmenin ya da Melankoli’nin faşist olduğunu söylemiyorum; ama bana öyle geliyor ki, izleyicisinin mazo-nihilist damarlarını kabartma konusunda her filmiyle yeni bir aşama kat eden böyle bir beynin siyaset dünyasında olmayışına yine de sevinmek gerekiyor.

Karanlık arzularla dolu bir ‘yokoluş’ filmi olan Melankoli’yi metinlerarası bir nihilist manifesto olarak okumak da mümkün; von Trier filmde başta Nietzsche’ye -büyüleyici açılış sekansında çaresizce yere yıkılan at- ve Tarkovsky sinemasına olmak üzere bir çok kavramsal ve görsel gönderme ve çağrışım sunuyor.

Lars von Trier’in Tarkovsky’ye çok özel bir ilgisi olduğu malum; bir önceki filmi Antichrist/Deccal’i Tarkovsky’ye adamasıyla iyice açığa çıkan bu ilgi, yönetmenin 2024’te bitirmeye niyetlenerek 1991’de çekmeye başladığı, ama ilgisini kaybedip 1997’de peşini bıraktığı uçuk proje Dimension’daki plan-sekanslara Tarkovsky’nin son filmi Kurban’da kullandığı müziklerin eşlik etmesinden itibaren von Trier sinemasının bir parçası oldu. Tarkovsky’nin Ayna’sından görsel düzeyde çok şey ödünç alan -ilk plandaki post-mortem beyazlığına sahip kadın, Bruegel tabloları, uzun yeşil otların arasında kadın ve çocuk...- Melankoli, özellikle hikaye yapısıyla Tarkovsky’nin zorlu bir nostalji ve melankoli ortamında çektiği ‘vasiyet filmi’ Kurban’ı neredeyse baştan sona yeniden-üretiyor. Yeniden-üretim karakterle başlıyor: “Justine” başlıklı epizodda tanıştığımız taze gelin Justine, tıpkı Kurban’daki Alexander gibi davranıyor: Kurban’da, medeniyetten uzak evinde karısı, kızı, oğlu, aile doktoru ve postacısıyla doğum gününü kutladığı gün dünyada bir nükleer savaşın patlak verdiği haberini alınca evdekileri unutup delice oradan oraya koşturan, kesintiye uğramış arzu ve tatmin süreçlerini tamamlayabilmek amacıyla büyücü olduğunu düşündüğü hizmetçi kadının köy evine gidip bir ‘bahar ayini’ yaparak –sevişerek- ana rahmine dönmeye çalışan, sonra dünyanın bu felaketten kurtulması için tüm varlığını –buna konuşması da dahil- kurban olarak adayan nevrotik estetikçi Alexander, bu sefer karşımıza medeniyetten uzak bir malikanedeki düğün yemeğini bırakıp beyaz gelinliğiyle golf sahasına kaçan, orada tam orta yere çöküp gökyüzündeki mavi yıldızı –dünyaya çarpacak gezegen Melankoli’yi- izleyerek vecd halinde dışkılayan, konuklar düğün pastası için onu beklerken anksiyetesinin doruk noktasında gelinliğini çıkarıp başında duvakla sembolik ana rahmine –su dolu bir küvete- sığınan, gerdek gecesinin ortasında yine golf sahasına kaçıp yeni tanıştığı gençle ‘bahar ayini’ gerçekleştiren nevrotik gelin Justine’e dönüşüyor. ‘Dünyanın sonu’ düşüncesinin yarattığı o nihilist nefesin etkisiyle ortaya çıkan kaygıyı yenebilmek, filmin başlangıcında daracık patikada takılıp kaldığını gördüğümüz koca limuzini bir yerlere ulaştırabilmek –doyurulamamış arzuyu doyurabilmek- için oradan oraya savrulan bir ruh…

Melankoli karanlık bir film; ama psikopatolojik bir durum olarak ‘melankoli’ üzerine kurulu her anlatının karanlık olması gerekir zaten… Bir başka Melankoli'de, Filipinler'den Lav Diaz'ın yönettiği 2008 tarihli Melancholia'da, bir protesto gösterisi sırasında kaybolan sevgilisini bulabilmek için hayat kadını gibi davranarak sokaklarda dolaşan genç bir kadının pezevenkliğini yapmak için peşinde koşturup duran genç adam, güneş gözlüğünü niçin bir an bile olsun çıkarmadığını soran kıza şöyle diyordu: "Karanlık… Ama ben karanlığı severim. Tüm altın karanlıktan gelir. Tüm elmaslar karanlıktan gelir. İnsan karanlıktan gelir; bir kadının rahmindeki karanlıktan... Tüm azizler dünyanın karanlığından doğmuştur."

2011’in gözden kaçmış küçük hazinelerinden biri ve çok güçlü bir melankoli hikayesi olan Another Earth/Başka Dünya’da da Von Trier’inkine benzer bir öyküyle karşılaşmıştık: Bir gün Kutup Yıldızı’nın doğusunda küçük mavi bir gezegen belirir. Giderek yeryüzüne yaklaşan bu yeni dünya bizimkinin tıpatıp aynısıdır, yaşayanları da öyle! Yani bu ‘kopya dünya’da, yeryüzünde yaşayan herkesin bir kopyası bulunmaktadır. Ya da şöyle diyelim, belki de bu dünyada yaşayanlar onların kopyasıdır… Peki şimdiye kadar neden farkına varılmamıştır? Kim bilir, belki de güneşin ardında saklandığı için…

Gerçekçi ve akılcı temelleri olsun ya da olmasın, melankoli insanı hasta edebilecek kadar güçlü bir duygu hali. Ve tam da Julia Kristeva’nın depresyonu incelerken kullandığı ‘kara güneş’ kavramsallaştırmasında olduğu gibi, bazen ışığın içinde çıkıyor karşımıza. Von Trier sinemasında bu, projektör ışığına dönüşüyor; epey ürkütücü bir projektör ışığı…