Milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin yerli ve milli saymadığı her şey yabancı, dahası düşman kategorisinde yer alıyor. Bu anlamda kültür, ‘yerli’ olanın içine nüfus eden ‘yabancı’ etkiden mutlaka arındırılması ve korunması gereken bir alana dönüşüyor. Oysa kültür, tarihsel ve toplumsal süreç içerisinde yaratılan maddi-manevi değerleri tanımladığı gibi, gerek farklı toplumların birbiri ile temasıyla, gerek kendi içindeki sosyal, siyasal ve ekonomik dinamiklerle değişen, dönüşen canlı bir yapı.

Katılaştırılması, sınırlandırılması, farklı olanla etkileşiminin engellenmesi, eğer kimsenin ayak basmadığı bir yerde kapalı bir hayat sürdürülmüyorsa, neredeyse imkânsız. Gerekli mi peki? Mesela tarih öncesinden günümüze kalan bir eski yapının, bir doğal zenginliğin, yüzyıllar önceki yaşama ışık tutan bir sanat eserinin olduğu gibi korunması, hepimize ait olanı hayatta tutma çabası dünya kültür mirası adına gerekli. Dolayısıyla kadim ormanları sermayenin hizmetine sokup kesip biçmenin, kadim Ayasofya’nın kapısının parça parça yenmesine göz yummanın ya da Rumeli Hisarı sahnesine mescit kondurmanın bu anlamda maddi, manevi, kültürel değerlere sahip çıkmakla bir ilgisi yok. Ama demek ki milliyetçi-muhafazakâr iktidarın öncelikleri başka. 

*** 

Erdoğan, partisinin yirmi yıllık iktidarlığı boyunca birkaç defa kültürel hegemonya kuramamaktan şikâyet etti. Yani düşünsel ve entelektüel alanda, sanatsal üretimde, yaşam tarzı ve beğeniler anlamında farklı toplum kesimlerini etkileyip yönlendirebilecek bir güç oluşturamamayı başarısızlık olarak saydı. İletişim Başkanı Fahrettin Altun da yakın bir zamanda “siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek” diyerek bu başarısızlığı onaylayan bir çıkış yapmış ve iddialı bir hedef belirlemişti. Sonrasında, festival ve konserlerin yasaklanması, şarkıcı ve oyuncuların konuşmaları sebebiyle adli kovuşturmalarla karşı karşıya bırakılması gibi hamleler geldi.

Batıdan ithal edilen sanatsal ve düşünsel akımlarla ‘milli ve yerli’ kültürümüz üzerinde bir hegemonya oluşturulduğundan şikâyet edenlerden beklenmesi gereken karşı hegemonya kurmalarıdır. Milliyetçi-muhafazakâr kesimde bunun gerçekleştirilememiş olmasından doğan hayal kırıklığının bir olası sebebi, siyasi ve ekonomik hegemonyayı kurduktan sonra kültürel hegemonyanın da ardından otomatik olarak geleceği düşüncesi. Öyle olmadı çünkü yıllar içinde böyle bir birikim yapmakla pek ilgilenilmemiş gibiydi. Toplumun rızasını almış bir hegemonyanın değişmesi arzulanıyor ve hedefleniyorsa, bunun için var olanın karşısına daha güçlü ve etkili içerik ve üretimle çıkılması gerekir. Bu, kaybettiği siyasi ve ekonomik hegemonyayı ele geçirmek isteyen muhalefet için de böyle, yirmi yıldır iktidar olmasına rağmen kendi kültürel hegemonyasını inşa edememekten yakınan iktidar için de öyle.  

***

Batılı düşüncenin yerli ve milli olan üzerindeki vesayetinden şikâyet ederken Osmanlı’nın batılılaşma alanında attığı adımları yok saymak, ya da Devlet Opera ve Balesi’nin kurumsal varlığını eleştirmek için, “kültürümüzde yok, Göktürkler’de bale mi vardı”, diye sadece bir cümleyle çürütülebilecek tartışmalar açmanın kimseye faydası yok. Sonra Tayfun Atay Hoca çıkar, Göktürkler’de İslamiyet mi vardı, o da mı bizim kültürümüze ait değil diye soruverir işte, cevap veremezsiniz. Ya da o çok istenen kültürel hegemonyayı, delilsiz ve hukuk dışı bir şekilde yıllardır hapiste tutulan Osman Kavala’yı merkeze alıp, onu topluma nefret objesi olarak sunan bir dizi çekerek kuramazsınız. Bu, inanılmak istendiği gibi ‘rekabet’ içinde olunan ‘sol burjuvaziyi’ rahatsız eden, kıskanılacak bir ‘başarı’ değil, kişilik haklarına saldıran hukuki olarak sorunlu bir iş. Kültürel iktidar kuramamış olmak birtakım mağduriyetlere bağlanacaksa eğer, bu, ülkenin sol birikiminin üzerinden darbeler yoluyla nasıl silindir gibi geçildiği akılda tutularak yapılmalı. Kültürel alanda sözünün geçmediğini düşünen ve bundan üzüntü duyan insanların zedelenmiş özgüvenleri, ne çıtaları aşağıya çekilmiş üniversitelere girerek, ne dünya çapında ödül dağıtan festivalleri önemsizleştirerek, ne “malları götürdük galiba” diyen şarkıcıya alkış tutarak şifa bulur. Batının kültürel vesayetinin karşısına Türk Müslüman kimliği öne konularak çıkmak isteniyorsa, bunun için tarihi eğip bükmeden, hatta yerine yenisini yazmadan üretebilmeye çalışmak gerekiyor. Ayasofya’yı bir imzayla camiye dönüştürmek, kültürel alanda dünyaya ne kadar güçlü olunduğunu göstermenin bir yolu değil. Maharet, sonrasında rızası alınan insanlardan bile çorap kokusu eleştirisi duymayacak, acaba müze olarak kalsaydı daha mı iyiydi tereddüdüne yol açamayacak bir vizyona sahip olmakta.