Cumhurbaşkanı Erdoğan, oyuncu Tamer Karadağlı’yı Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olarak atadı. Sosyal medyada gündem olan bu atamayla ilgili Karadağlı, eleştirilere cevap vermek için biraz zaman geçmesi gerektiğini, çünkü artık Tamer Karadağlı olarak konuşamayacağını, kurumu temsil ettiğini, kurumun ön planda olduğunu söyledi. Her şeyden önce kurumlar, insanlardan bağımsız şekilde var olan ve ayakta kalan yapılar değil. Aksine, insanların talep ve ihtiyaçları doğrultusunda yaşar ve işleyişlerine devam ederler. Ne altında ezilecek kadar yüce ve kutsal, ne üzerinde at koşturacak kadar ebedidir.

İşlevsel olduğu sürece vardır, işlevsizleştiğinde de yoktur. Tam da bu yüzden, toplumlar en yüksek faydalarını gözeterek inşa ettikleri kurumların işlerliğini kontrol etmekle yükümlü ve doğru yönetilmesi için söz ve itiraz hakkı olduğunu bilmelidir. AKP döneminde, herhangi bir kamu görevine atamayla ilgili kriter, liyakatten yandaşlığa evrildiği için, atanan kişilerin, herkesin bildiği bu gerçeğin altında iyice ufalanmamak için, atandıkları kurumlara şahsiyetlerinin üzerinde bir ‘yücelik, kutsallık’ atfetmeleri sıkça görülen bir refleks oldu. Mütevazı görünen ancak gerçekte, atama kriterlerindeki ölçüsüzlüğü görünmez kılmak amacıyla yapılan otomatik açıklamalar bunlar. Kaldı ki, kurum yöneticilerini eleştirmek kurumun itibarını koruyabilmenin önemli bir yoludur. Makama saygı, saygın tavırlar sergilemeyen bir yöneticiye itirazı gerekli kılar. 

*** 

Atama, liyakat meselesi bir yana, Karadağlı ‘rolden çıkamayarak’ ya da aslını ‘sahneye taşıyarak’ tepki çekmiş bir isim. Altın Portakal Film Festivali’nde ödül alan oyuncu Nihal Yalçın’a karşı gösterdiği maço tavırları unutabilmek mümkün değil. Yalçın’ın teşekkür konuşmasını yaptığı sırada, elinde ödülle arkasında beklerken ne kadar çok sıkıldığını cümle aleme göstermek için yüzündeki bütün mimik potansiyelini kullanan Karadağlı, Yalçın’ın sözünü keserek bir anda ödülü eline tutuşturuvermişti. Eleştirilere cevaben, Yalçın’ın “Selahattin Demirtaş’a özgürlük falan” diyen biri olduğunu söylemişti. Festivalin sanatla değil, sadece politikayla alakası olduğunu gördüğü için de gittiğine pişman olduğunu eklemişti. Bu konu üzerinden sanat ve politika ilişkisini tartışmayı zül sayarak bahsi kapatıyorum. Ancak şunu söylemeden de geçmek olmaz; sanatı politik olandan ayırarak, eğlencelik uğraşa indirgeyen bir kişinin, özerk olması gerekirken, devlete bağlı işleyen bir kurumun başına getirilmiş olması duruma uygun görünüyor. Karadağlı’nın ödül konuşmalarıyla ilgili sıkıntısı, Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü alan Merve Dizdar ile devam etti. Ödülünü, boyun eğmeyen, ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmeyen tüm kız kardeşlerine ve Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara armağan ettiğini söyleyen Dizdar’ı, tıpkı konuşmasını “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” diyerek bitiren Yalçın’a yaptığı gibi, ülkesini dünyaya şikayet etmekle suçladı. Bu iki performans ona ne Altın Portakal, ne Altın Palmiye getirdi, ancak AKP-MHP ortaklığının kendine özgü ‘sanatçı’ kriterlerini tutturabilmiş olması sebebiyle, o artık Devlet Tiyatroları genel müdürlüğü koltuğuna sahip. 

***

Öte yandan, ortalıkta öyle bir hava esiyor ki, sanki Devlet Tiyatroları, başına Tamer Karadağlı geçti diye yerle yeksan, per perişan olacak. Halbuki kurumun işleyişindeki sorunlar bugünün meselesi değil. Bizim yıllar önce, devletin bir tiyatrosu olur mu, ya da neden olmamalı, tartışmalarını sağlıklı bir şekilde yapmış ve doğru cevabı bulmuş olmamız gerekirdi. Bütçesi iktidar tarafından belirlenen bir sanat kurumunda, sanatın bel kemiği olan özgür düşünce ve üretimin bu koşullar altında sağlanamayacağı, topluma kamusal bir fayda getirmeyeceği hem sanatçılar, hem yurttaşlar tarafından çoktan kabul görmeli ve bu bir itiraza dönüşüp kurumu değişime zorlamalıydı. Oyunlarını, ‘sakıncalı’ bularak desteklemediği, üzerine ağır vergi yükü bindirdiği bağımız tiyatroları ölüme terk eden iktidarın, Devlet Tiyatroları’nın başına “kültürel mirasımıza değer katacak” birini getireceği inanılacak şey mi gerçekten? Devlet, her yurttaşın sanata ulaşımını sağlamakla yükümlüdür, onu yönetmek ve yönlendirmekle değil. Özetle, derdimiz Devlet Tiyatroları’nın başına kimin atandığından çok daha büyük. Karadağlı, onu göreve getirenin ideolojisinin bir yansımasından ibaret. İsimler değişir, belki yarın kurumun başına hoşunuza giden biri getirilir, ancak sorun devam eder. Bugün Türkiye, festivallerin, konserlerin yasaklandığı bir ülke. Şarkıcılar, sahnede şakalaşırken birden kendini mahkeme salonunda buluyor. Kimi can güvenliği tehdit altında olduğu için ülkeyi terk ediyor. Vaziyet bu. İktidarın, kontrolü altında olan bir kuruma, isimleri önemsiz kılan ‘yakınını’ atama alışkanlığı sürpriz değil, ama Türkiye’de, grevde oldukları için Emmy Ödülleri’ni erteleten Hollywood sanatçıları gibi bir birlikteliğin sağlanamıyor oluşu çok hazin.