Bir yandan da bu kadar kolay işte! Bildiğimiz dünyanın ötesine gitmeye hazırlandığımız, gezegenler arasından kendimize en manzaralı, en havası suyu şifalı olanı seçmek üzereyken, televizyondan savaş izlediğimiz yıllara dönüverdik. Hatırlıyorum. Ana haber bültenlerinin evlere saygıyla davet edildiği zamanlardı. Ekranın altında, kalın kırmızı bir şeridin üzerinde büyük harfli yazılar akardı. Savaşın gürültüsünden kendi sesini duyamaz hale gelmiş muhabirin arkasından, karanlık gökyüzünü aydınlatan bombalar yağardı. Akşam yemeğinde canlı canlı savaş izlettiler bize. Yapımında ve yayınında büyük emekleri olan Ortadoğu şefliklerini yine kendi elleriyle dağıtan Batı kovboyları, o büyük demokrasilerini silah zoruyla dünyaya nasıl yaydığını gösterdi. Sonuç ortada. Bastıkları yerde ot bitmedi bir kez daha. Kan, keder ve yastan başka bir şey yok. Ve tam bitti artık, ‘beyin ölümü gerçekleşti’ denen yerden diriltilmeye, bağlı olduğu yaşam destek ünitesinden yeni bir savaşla kurtarılmaya çalışılıyor. Bir yandan bu kadar kolay işte, koskoca dünyaya bir türlü sığışamayan biz insanların, seksen yıl öncesine giderek, metro istasyonlarını kendimize sığınak yapmak zorunda kalmamız…

***

En geniş sınırlara ulaşma hırsını barış için birlik yalanıyla pazarlamaya çalışanlar, kapısının üzerine imparatorluk tabelasını asınca yenilmezlik gömleği giyeceğini zannedenler var. Güvensizliği, tekinsizliği besleyip, pompaladıkları sahte korkular üzerinden tonlarca para kazananlar da cabası… Hep yanıldılar, hep de yanılacaklar. Dünyayı tek başına yönetme düşü, hayata hükmetme arzusunun çaresiz, zavallı kibrine takılıp düşecek çünkü. Soru şu; bu arada daha ne kadar insan, daha ne kadar ülkenin halkları eziyet çekmeye devam edecek? Yok mu bir başka yolu? Savaşı savunmak zor iş, yanında bir sürü gerekçe sıralamak gerekir. Ancak anlamaya da çalışmalıyız. Neden? Nasıl? Ne zaman? Kim ve kimler? Sorularımıza nesnel cevaplar aramamız, iki tarafa da göz atmamız, kulak kabartmamız taraf tutmak anlamına gelmez. Mecburiyet de değildir. Oysa savaşa karşı olmak kolay, gerekçesiz. Ama bu da söyleyenden tutarlı olmayı talep eden bir cümle. Savaşa karşıyım ama kendi ‘güvenliğim ve çıkarlarım’ söz konusu olana kadar mı? Savaşa karşıyım, ama o savaş ‘benim düşmanıma’ karşı olmadığı sürece mi? Diplomasiyi küçümsemeden önce, doğru çalıştırılıp çalıştırılmadığına mı dikkat kesilmeliyiz acaba ve hesabını sormalıyız gezegenin halkları olarak?

***

Devletlere, birliklere, kuruluşlara, örgütlere sanki insan icadı değilmiş, adı sanı olan kişiler tarafından yönetilmiyormuş gibi akıllar üstü, ulvi, kutsi anlamlar yüklenmesinde aşırı tuhaf bir yan yok mu sizce? Devletimizin en yüksek hayrı için… Birliğimizin amacı gereği… Örgütümüzün emrettiği gibi… Günün sonunda devlet de, birlik de, örgüt de biz değil miyiz? Ülkenin, devletin en yüksek hayrı kim için? Mademki biz yoksak devlet de olamıyor, devletin en yüksek hayrına olan, benim senin bizim hayatta olmamızdan başka ne olabilir? Bu, gölgesi kendinden büyük yapıların hayrına olan tek bir şeyin bile, onu var edenlerin refahına, huzuruna katkı sunmuyor oluşuna karşı çıkmaktan, isyan etmekten doğal ne olabilir? Bir grubun çöküp de çökmemiş gibi davrandığı, güvenlik meselesini her zaman diri tutarak alevlendirdiği kavgalardan kendilerine para, iktidar ve güç devşiren ‘ayıların, şahinlerin’ yönetimlerinden, “bu bizim savaşımız değil!” diye bağırınca da kodese tıkılan halklar olarak özgürleşmek zorundayız. Bunun için her şeyden önce olup biteni anlamaya çalışmalıyız. Birini diğerine tercih etme zorunluluğunu doğurmaz bu; ama ikisini de reddetmek bir üçüncü yol üretme sorumluluğunu taşır, taşımalı da… Yurtta ve dünyada, gezegenimize saygılı ve hayvanı-bitkisi-insanıyla hepimize yakışan hayatı inşa edebilecek bir üçüncü yol ile rotayı değiştirmek mümkün. O meşhur üst akıl, akıllarımızın toplamından başka bir şey değil. Nihayetinde ne masumuz, ne de mecbur…