Erdoğan, niyetini her zaman açık etmiş, amaç ve arzusunu hiçbir zaman gizlememiş bir siyasetçi. İsteklerini gerçekleştirmesi belki biraz zaman aldı ama günün sonunda sözünde hep durdu. “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” demişti. İnildi. Söylediklerinin tepki çektiği zamanlar da oldu. Çıkışları vakitsiz bulununca, “öyle demek istemedi” grubu ardı ardına açıklamalar yaparak ortamı sakinleştirme görevi üstlendi. Bazen buna izin verdi, sessiz kaldı, bazen sözlerini aynen tekrarladı.

Bana kalırsa, Erdoğan’ın ideallerini gerçekleştirme kararlılığıyla ilgili en öngörüsüz tayfa, “o kadarı da olmaz, yapamaz” diyenlerdi. Bunun önemli sebeplerinden biri, demokrasinin kendi kendine, gayret göstermeden ilelebet yaşayacağına dair üşengeç bir inançtı. Ne demişti Erdoğan, “demokrasi amaç değil araçtır.” Oysa tam tersi, demokrasi ancak bir amaca dönüştürüldüğünde hayatta kalabilir ve bu da sürekli bir çaba gerektirir. Demokrasi, en iyi yönetim şekli midir peki? Tartışılıyor. Eksikleri var mı? Kuşkusuz. Ancak yönetenlerin değil, halkın menfaatlerini öne koyan, eldekilerin en iyisi olduğu pekâlâ söylenebilir. Her şeyden önce, kamu düzenini sağlamak yerine yurttaşların özgürlüklerini kısıtlamaya yönelik uygulamalara izin vermeyen hukuki bir çerçeveye sahiptir demokratik yönetimler. Yine de özgürlük, her an mücadele gerektiren ve temel hakların sınırlandırılması ya da tamamen ortadan kaldırılması tehdidine karşı uyanık olunmasını gerektiren asgari bir toplumsal bilince de ihtiyaç duyar. Görevi, birlikte yaşam şartlarını sağlamak olan iktidar, aksi kararlar alıp özgürlükleri kısıtladığında, eğer karşısında buna direnen bireyler, muhalefet ve hukuki engel bulmazsa ona değil ‘ileri demokrasi’ geri bile diyemeyiz. Yoktur artık.

***

Erdoğan, bundan on yıl önce “kafası kıyak nesil istemiyoruz” demişti. Akşam 22:00’den sonra içki satışı yasaklanmış, içki firmalarının festivallere sponsor olması ve reklam vermesi engellenmişti. “Sigarada ve suluda vergiyi devamlı artırıyoruz. Aç sefil geziyor, rakıyı birayı almaktan geri durmuyorlar” diyerek, hem içkiye ve içki içene karşı duyduğu hasmane tutumunu açık ediyor hem de seçtiği sözcüklerle küçümseyici bir tavır sergiliyordu. İçki ve sigaranın zararları konusunda halk bilgilendirilmelidir elbette. Ancak teminini zorlaştıran düzenli zamlarla örtük ya da örneğin belediyeye ait kafe/restoranlarda satışının açıktan yasaklanmasının halk sağlığı adına kalıcı etkisi olmadığı, aksine yeraltı üretimini arttırdığı bilinen bir gerçek.

Dün İstanbul Valiliği, ideolojik bir tercih olarak içkiyi ve içeni hedef alan uygulamaların yıllar içinde adım adım küçülttüğü özgürlük alanına bir yeni sınır daha çekmek üzereyken geri adım geldi. İlk açıklamada, “yapılan şikayetlerde, ilimiz sınırları içerisinde güvenlik ve asayiş bakımından kamu düzenini bozan ve halkın huzurunu kaçıran olaylara karışan şahısların ekseriyetle alkollü oldukları, umuma açık park, plaj, sahil ve benzeri alanlarda alkol alan şahısların çevreye rahatsızlık vererek halkımızda korku ve panik yaşanmasına sebep oldukları tespit edilmiştir. (…) Alkol satışı ve tüketilmesi ruhsatı bulunan işletmelerin dışında park, piknik ve mesire alanı, sahil bandı, plaj vb. alanlarda çevrenin rahatsız edilmemesi, olumsuz görüntülerin oluşmasına mahal vermemek amacıyla alkol satışı ve tüketilmesinin önlenmesi” tebliğ edilirken, gelen tepkiler üzerine yapılan ikinci açıklamada bunun aslında var olan yasaların hatırlatılmasından ibaret olduğu ve meselenin yanlış anlaşıldığı vurgulandı. “Önlenmesi” vurgusu ikinci açıklamada kaldırıldı.

***

Yasa açık, sarhoşluktan dolayı çevreye rahatsızlık vermenin, şikâyet üzerine cezası var. Madem ki valilik durup dururken yürürlükte olan bir yasayı hatırlatma gereği duymuş, biz de yürürlükten kaldırılan bir sözleşmeyi hatırlatalım o halde. Neredeyse her gün, en az bir kadın erkekler tarafından öldürülürken, İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden dönülmesini isteyenlerin başlarından cop, gözlerinden biber gazı eksik edilmiyorken, içki genelgesi yayınlayarak kadınların park ve sahillerde korkmadan ve rahatsız edilmeden vakit geçirmesinin hedeflendiğini açıklamanın samimi bir tarafı yok. Uyuşturucu satıcıları, İstanbul sokaklarında polise uzun namlulu silah çekerek çatışmaya giriyor. Uzmanlar, ucuz ve kolay ulaşımı sebebiyle metamfetamin kullanımının vahim boyutlara ulaştığını raporluyor. Bir grup erkek, durakta otobüs bekleyen kadının üzerine, ‘eğlencesine’ yangın tüpü boşaltıyor. Metrobüste takkeli, sakallı bir adam, giyimini beğenmediği kadını ulu orta ve büyük bir özgüvenle taciz ediyor. Sosyal medya, kadınları takip ederken çektikleri videoları yine benzer bir rahatlıkla paylaşan erkeklerle dolu. Ve sonra kadınların şehrin sokaklarında güvenli olmadıklarını tespit eden valilik çözümü, parkta, sahilde içki tüketimini önlemekte buluyor.

Bugün başlaması planlanan ama Bursa Valiliği’nin kamp ve içki satışını yasaklaması üzerine iptal edilen Nilüfer Müzik Festivali önceki yıllarda binlerce katılımcısıyla sorunsuzca gerçekleştirilmişti oysa. Görevi güvenliği sağlamak olan kolluk gücünün yasada açıkça belirtildiği şekliyle, rahatsızlığa sebep olan durumlara müdahale etmesine kimsenin itirazı yok. Ancak yaşam tarzına müdahale edildiğine dair şüpheye yer bırakmayan böylesi girişimlerle toplum, her defasında yeni bir özgürlük alanı testine sokuluyor. Demokrasi ve özgürlük, tam da bunun gibi örneklerle görüldüğü gibi, bilinçli ve uyanık bir şekilde, halkın her gün yeniden sahip çıkıp koruması gereken mücadele alanlarıdır. Günü kurtaran çözümlerle durumu geçiştirmenin, çember daraltan bir sonraki hamleye davetiye çıkarmaktan başka kattığı bir şey yok.