Filmleri beyazperdede izlemenin keyfi ile kıyaslanamasa da, çevrimiçi festivaller, hiç yoktan iyidir. Üstelik, sinema sektörüne sembolik de olsa bir destek sağlanmış oluyor.

Toplumların ve devletlerin ‘öteki’leri

Bu hafta sizlere iki festivalden izlenimler sunacağım, Adana ve Ayvalık’tan. İkisini de, evde çevrimiçi olarak izleme şansını veren İKSV’ye teşekkürlerimizi sunalım öncelikle. İstanbul Müzik ve Caz Festivali’nin konserlerini de evde izleyebiliyoruz bu yıl. Onlardan da başka bir yazıda söz ederiz. İstanbul Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümündeki filmler de, iki sinemada çevrimiçi ortamda da izlenebilecek. Böylelikle, yurdumuzun dört bir köşesindeki sinemaseverlere ulaşacak festival. Keşke, önümüzdeki hafta sonu başlayacak Antalya Altın Portakal Film Festivali ile de benzer bir işbirliği gerçekleşebilse. Filmleri beyazperdede izlemenin keyfi ile kıyaslanamasa da, hiç yoktan iyidir. Üstelik, sinema sektörüne sembolik de olsa bir destek sağlanmış oluyor.

Bu yılki Adana Altın Koza Film Festivali, kent dışından konuk olmaksızın gerçekleşti. Bu yüzden festivalin geneline ilişkin bir şey söyleyemem, ama Ulusal Yarışma’ya katılan filmleri (yapımcısının çevrimiçi gösterime izin vermemesi nedeniyle “Mavzer”adlı film dışında) izleyebildiğimiz için, onlardan söz edebilirim. Onur Ünlü’nün “Topal Şükran’ın Maceraları” da çevrimiçi programda yoktu, ama onu geçen yıl Antalya’da izlemiştik.

Adana’da yarışan filmler içinde, iki film öne çıkıyordu. Ercan Kesal’ın “Nasipse Adayız”ı ve Leyla Yılmaz’ın “Bilmemek”i. Geçen yıl Antalya’da da yarışan ve festivalden ‘İzleyici Ödülü’ ile dönen “Bilmemek”, Pandemi nedeniyle Eylül ayında yapılabilen Ankara Film Festivali’nde En İyi Film ödülünün sahibi oldu. İstanbul’da En İyi Yönetmen ödülünü kazanan Ercan Kesal’ın ilk filmi “Nasipse Adayız”, Adana’da En İyi Film seçilirken, “Bilmemek” festivalin ikinci büyük ödülü olan Yılmaz Güney Ödülünü aldı ve yönetmeni Leyla Yılmaz’a En İyi Yönetmen ödülü ile SİYAD ödülünü kazandırdı. Böylelikle birer adet En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülleri oldu iki filmin de. İki film de, ortak bir sorun üstünde odaklanıyordu: içinde yaşadığı topluma ve kendine yabancılaşan birey…

Dışlanan bireyin dramı

Sevgisiz bir aile ortamı ile farklılıklara tahammülsüz bir toplumsal yapı arasında sıkışan bir genç erkeğin kaçış öyküsü olan “Bilmemek”, bireyin toplum baskısı (mahalle baskısı da diyebiliriz buna) karşısında kimliğini savunamamasında toplumsal yapının aile, okul gibi birimlerinin sorumluluğuna işaret ediyor. Filmin kahramanı, arkadaşları tarafından eşcinsel olduğu düşünülerek ötekileştirildiğinde, kendini savunmak yerine kaçmayı seçiyor. Bu kaçışın nasıl gerçekleştiğini, gencin hayatta olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyeceğiz… Aile ortamında yeterli bir sevgi ve destek görseydi, yazgısı değişir miydi, onu da bilemeyeceğimiz gibi… Leyla Yılmaz, sahnelerini iyi planlayan, oyuncularıyla, görüntü yönetmeni ile sağlam bir işbirliği kuran, iyi bir anlatıcı. İlk filmi “Bir Avuç Deniz”de bireyler arası ilişkilere odaklanmıştı. Bu filmde toplum baskısı daha bir öne çıkıyor. Ama ‘sosyal mesaj’ verme kaygısının bazı sahnelerde göze battığını söylemeliyim. Tabi, Leyla Yılmaz’ın, kadın söyleminin hep ikinci planda kaldığı sinemamız için bir kazanç olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu söylediklerim.

Kimliğini yitirmek pahasına

“Bilmemek”, anne-babalara davranışlarını sorgulama fırsatı sunarken, “Nasipse Adayız” siyasetçilere kimliklerini sorgulama şansı veriyor. Başarılı bir doktorken, topluma hizmet kaygısıyla Belediye Başkanı olmaya soyunan kahramanımızın başından geçen traji-komik olaylar dizisi, bireyin kendini kandırma yeteneğinin oldukça zengin olduğunu gösteriyor. Kendisine gelen bir öneri üzerine, başkanlığı kazanmaya odaklanan ve toplumsal onay uğruna kimliğine yakışmayacak eylemlere girişmekten geri durmayan çiçeği burnunda politikacının aşağılanmayı bile göze almasını ironik bir dille anlatıyor. Ercan Kesal’ın kendi ‘aday adaylığı’ serüveninden kaynaklanan ve doğal olarak bir içe bakış, öz eleştiri niteliği taşıyan film, Kesal’ın iyi bir yazar, senarist ve başarılı bir oyuncu olarak kalmayacağını, kendisinden çokça söz ettirecek bir yönetmen olacağını gösteriyor. Hiç kuşkusuz, yılın en olgun, en kusursuz filmi.

Kimlik arayışı, Adana’da ödüllendirilen başka filmlerde de sıkça karşımıza çıkan bir tema oldu. Onur Ünlü’nün, bedensel özrü nedeniyle sevgi arayışları sonuçsuz kalan bir kadının isyanını, söze ihtiyaç duymaksızın, oyuncuların ustalığına güvenerek ve güçlü bir mizah duygusu ile anlattığı “Topal Şükran’ın Maceraları”, Ankara Jürisi’nin verdiği En İyi Yönetmen ödülü dışında başka jürilerden onay alamasa da, bana göre yılın filmleri arasında ön sıralarda.

Adana Jürisinin yan dallarda ödüllendirdiği filmlerde de, kimlik arayışındaki bireylerin öyküsünü izledik. Faysal Soysal, mesleğinde olduğu kadar aile yaşamında da başarıyı yakalayamamış, toplumdan onay alamamış bir yazarın dramını anlatıyor “Ceviz Ağacı”nda. Umut Evirgen ise, “Ben Bir Denizim”de, babası ile sağlıklı bir ilişki kuramayan, sevdiği kadın tarafından felakete sürüklenen bir kağıt toplayıcısının trajik öyküsünü… Anıl Gelberi’nin “Plaza”sı büyük kentin büyük inşaatlarından birinde gece bekçiliği yapan ’atanamamış’ bir öğretmenin toplumsal dramını taşıyor beyaz perdeye. Barış Hancıoğulları’nın “Yeniden Leyla”sı ise, ana-çocuk ilişkisine iki farklı açıdan bakmayı deneyen, kahramanına iki bölümde -tamirci çırağından sinema oyuncusuna- farklı roller yükleyen bir film. Hepsi de, birey-toplum çelişkisini konu alan, ama klişelerden ve yüzeysel bir anlatımdan kendilerini kurtaramayan, oyuncularının başarısı sayesinde ayakta durabilen yapımlar…

Barbarları Beklerken

toplumlarin-ve-devletlerin-oteki-leri-785687-1.

Bu yıl Ayvalık Festivali de, seyircisiyle sanal ortamda buluşabildi. Programda yer alan altı film arasından ikisi, içerikleri ve yalın ama etkileyici biçemleri açısından yönetmenlerimize örnek olabilecek işlerdi. Oliver Laxe’ın, İspanya’nın Galiçya bölgesinde annesi ile yaşayan, tehlikeli tutkusu nedeniyle çevresinin ötekileştirdiği bir ‘piromanyak’ın (yangın manyağı) yalnızlığını ve çelişkilerini anlattığı “Yangın Yeri” ve 2018’de “Göç Mevsimi” (Birds of Passage) filmi ile tanıdığımız Kolombiyalı yönetmen Ciro Guerra’nın yeni filmi “Barbarları Beklerken”inden söz ediyorum.

“Barbarları Beklerken”in senaryosunu, Nobel’li yazar John Maxwell Coetzee, kendi romanından yola çıkarak yazmış. Şiirsel görüntüleri ise, ünlü görüntü yönetmeni Chris Menges’in imzasını taşıyor. Roman (ve film) belirsiz bir mekanda ve zamanda geçiyor. Uçsuz bucaksız bir çölün kıyısındaki bir sınır kasabasının vicdanlı yargıcını tanırız önce. Sonra, zalimleri… İmparatorluğun istihbarat örgütünce görevlendirilmiş bir albay, çölde yaşayan ‘düşman’lar hakkında rapor ister yargıçtan. Oysa, onun açısından ‘düşman’ falan yoktur; yalnızca kalenin içinde yaşayan kasaba halkından (fiziksel özellikleri, yaşam biçimleri ve dilleri açısından) farklı olan göçebe yerli halk vardır.

Yargıç, güç karşısında çaresizdir. Albay kasabaya ilaç almaya gelen yerlileri sorguya çeker ve istediği ‘gerçek’i kabul ettirmek için göçmenler üzerinde inanılmaz işkenceler uygular. Yargıç, tanık olduğu işkencelere müdahale edememenin acısıyla kıvranır ama sesini çıkaramaz. İşkence görmüş genç bir kadını himayesini alarak, vicdanını rahatlatmaya çabalar. Kız ailesinin yanına gitmek isteyince, çölde yaşayan kabilenin yanına gider ve kızı teslim eder. Döndüğünde bir suçludur artık, düşmanla işbirliği yapmıştır. Askerler tarafından aşağılanır, yetkileri elinden alınır. Artık, ezenlerin değil, ezilenlerin safındadır. İmparatorluğun, varlığını sürdürmek için ‘düşmanlar’a ihtiyacı olduğunu, bütün bu zulmün nedenini kavramıştır. “Kendimizden başka düşmanımız yok”tur…