Sedat Cezayirlioğlu… Çevre konularıyla birazcık ilgilenenler tanır. Yıllardır İliç için “Dünyanın ikinci Çernobil’i!” diye sesinin son gücüyle haykırarak uyarır. Bir yalnız savaşçı gibi!

2022’de İliç’teki siyanür sızıntısını kamuoyuna ilk duyuran, içinde otuzdan fazla kimyasalla Fırat Nehri’ne doğru sızan zehirli suyun tüm canlı yaşamı için risk olduğu uyarısı yapan da oydu.

9 canı yutan altını içinden siyanürle alınmış toprağın, rakam küçük görünsün diye, “15-17 milyon ton” olarak değil de “10 milyon metreküp” diye anlatıldığı cinayetin ardından da  “Erzincan’da dünyanın en büyük felaketi yaşanıyor. 39 çeşit kanserojen kimyasal patladı” dedi ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla gözaltına alındı.   

Terörist, vatan haini, hain, ajan…

En düşük standartlı bir demokraside bile son derece doğal olan iktidarı eleştirmenin karşılığı olarak bizde çok kolay kullanılan sözcükler. Cezayirlioğlu’na ne zaman bu sıfatlardan birini yakıştırırlar, ne zaman çevre aktivistlerini genellikle damgaladıkları gibi memleketin kalkınmasına karşı ülkelerin “ajan”ı ilan ederler, bilmiyorum.

Ancak, “Bizde can verilir ama çakıl taşı verilmez” diye savaş naraları atan zihniyetlerin memleketin dört bir yanını delik deşik ettirdiklerini, yer üstünde satacak bir şey bırakmadıktan sonra yer altını da pazarladıklarını, “bir çakıl taşı” nutukları atarken milyonlarca ton veya metreküp toprağı peşkeş çektiklerini biliyorum.

Siyasetin ve iktidarların bu işteki sorumluluğu, şimdi dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum belediye başkanlığına aday olduğu için daha fazla konuşulacak.

Kurum’un sorumluluğu tartışması muhalefete birkaç puan getirir mi? Böylesi bir felaketin ardından, geleneksel üretim faaliyet alanları yok edilip üç kuruşa muhtaç hale geldikleri için maden şirketlerinde çalışmaya mecbur edilen yöre insanları yüzlerini muhalefet partilerine döner mi?

Sağ iktidarlar 1950’lerden beri, sistematik olarak canlarımızı milyonlarca ton zehirli toprağa gömen yolun taşlarını döşediler. 

Uyaran, itiraz eden bir toplumsal hareket hep oldu. Türkiye için umut verici olan da otoriterliğin bir türlü bastıramadığı bu toplumsal hareketlerdir. Çevre hareketi, kadın hareketi, LGBTİ+ hareketi…

Öte yandan, hayatı yaşanamaz kılan politikalara, işsizliğe, yoksulluğa, sefalete karşın muhalefet hâlâ iktidar olmaktan uzak!

Tam da bu noktada, başta ana muhalefet olmak üzere muhalefet partileri toplumsal hareketlerle ilişkilerini sorgulamak zorundalar.

Türkiye’nin dağını taşını, ağacını toprağını, börtüsünü böceğini jandarma dipçiği ve polis gazı altında korumaya çalışan çevre hareketiyle ilişkileri nasıldı? Onları sarmaladılar mı, yalnız mı bıraktılar? Etkisiz mahkemelerde davalar açmakla, Meclis’te komisyonlarda konuşmakla mı yetindiler?

Toplumsal hareketler siyasal partilerden farklıdır ve öyle de olmalıdır. Onlar tek bir konuya odaklanır ve mücadele ederler. İktidar ya da koltuk sahibi olmak gibi hedefleri yoktur.

İktidar mücadelesi veren siyasal partiler, hedeflerini toplumsal hareketlerle uyumlaştıramazlarsa, onların taleplerine sahip çıkıp güçlü bir şekilde dillendiremezlerse, kaynaklarını toplumsal hareketlerin desteği ve savunusu için seferber etmezlerse, yakın bir iş birliği içinde ve sokakta yanlarında olmazlarsa toplumsallaşarak iktidara da yürüyemezler.

Muhalefet, bir kritik seçim öncesinde daha, başarıyı kimi vitrine koyacağına, transferlere bağlıyor ve adaylık süreçlerinde karışıyorsa, bir nedeni de memleketin toplumsal hareketleriyle sağlıklı bir ilişkisi olmadığındandır. O ilişki yoksa her itiraz edene “hain” demek de kolaylaşır!