Ya da gazeteciliğin sınırlarında! Öyledir, sınırlarda gazetecilik yaparken aynı zamanda gazeteciliğin de sınırlarında dolaşırsınız. Olaylara asla müdahale etme, gözle, gör ve sadece aktar diyen gazetecilik anlayışının sınırlarında… Öyle şeyler yaşanır ki sınırlarda, sizi insan yapan duygularınızı bir kenara bırakıp, yalnızca “gözleyen ve aktaran” biri olarak kalmakta zorlanırsınız. Ahlaki sınırlarda da gider gelirsiniz. 

Bu yüzden ardındaki akbaba ile zayıflıktan ölmek üzere olan Sudanlı kızın fotoğrafını çeken Kevin Carter’ın neden Pulitzer ödülü aldığını anlamak ve anlatmak hep zor olmuştur. 

Geçen akşam İstanbul’da Cervantes Enstitüsü’nde İspanyol meslektaşım Andres Mourenza’nın Sinora” kitabını konuştuk. “Sınır” dediğimiz şeyin Yunanca yani! Dolu bir salonda, gençler, konsoloslar ve İspanyolcanın tanınmış şairlerinden Cervantes Enstitüsü Direktörü Luis Garcia Montero’dan oluşan bir topluluk karşısında… 

Andres’in Türk-Yunan sınırı çerçevesinde çarpıcı bir göç anlatısı olan kitabını tartışırken, fiziki sınırlardan çok daha aşılmaz olabilen zihinsel, duygusal sınırlardan söz ederek, “Şimdi Gazze’de dört bir taraftan çevrilmiş ve ateş gücüyle aşılmaz kılınan sınırları görüyoruz. O ateş gücü ruhlarda ve zihinlerde çok daha aşılmaz sınırlar inşa ediyor” diyordum. 

Diyordum ki, Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (CPJ) 8 Şubat tarihi itibarıyla Gazze’de yaşanan gazeteci ölümleri hakkındaki raporu geldi: “85 gazeteci ve medya çalışanının öldüğü doğrulandı. 78 Filistinli, 4 İsrailli ve 3 Lübnanlı. 16 gazetecinin yaralandığı ve 4 gazetecinin kayıp olduğu rapor edildi. 25 gazetecinin de gözaltına alındığı…” 

Gözaltı deyince Gazze’ye gitmek gerekmiyor. Burada da, “dokunulamaz”ların sınırlarında dolaşan gazeteciler hep gözaltında! 

Sınır denilince, özellikle de Türk-Yunan sınırı, aklıma gelen ilk isim İzmirli meslektaşım Süleyman Gençel’dir. Eleştirel gazetecilik gözlüğünü muhalefet için de kullanan Süleyman, Kardak krizi günlerinde, bir savaş sınırı olmasına ramak kalmış sınırı barış sınırı yapmak için olağanüstü çaba sarf etmişti. İki ülkeden gazetecileri bir araya getirerek nefret dilini geriletebilmek için tüm enerjisini harcarken “Türk dostu Süleyman” olarak hicvedildi. 

Belki de sınırlarda dolaşarak gazetecilik yapmanın bir bedeli, Süleyman da 11 yıl önceki bir davadan cezaevinde şimdi. 

Sınırı biz genellikle ülkeleri birbirinden ayıran ve son yıllarda da tüm hayatlarını o sınırları aşmaya başlamış olan göçmenler olarak anlıyoruz. Andres’in yakında Türkçe de yayınlanacak Sinora/Sınır kitabı, yalnızca bireysel trajedileri değil, aynı zamanda devletlerin göç ve göçmen politikalarını, kapitalist ilişkiler içerisinde göçmenleri ucuz emek olarak sömürenlerle, onları nefret objesine dönüştüren aşırı sağcıları da çarpıcı bir dille anlatan önemli bir kaynak olmuş. 

Göç ve göçmenler konusunun politize edilmesinin merkezinde onların bir “güvenlik sorunu” olarak algılatılması var.

Nerede güvenlik sorunu algısı yükselirse orada kitleler sağa, aşırı sağa ve iktidarlardan yana meylediyorlar. Güvenlik kaygılarının giderilmesi için en sert, en anti-demokratik önlemlerin alınmasını iktidarlardan talep eder hale geliyorlar. 

Bu dinamik önümüzdeki seçim için de işletilmeye başlandı. Santa Maria Kilisesi, Çağlayan Adliyesi… Bunlarla birlikte güvenlik endişeleri yükselirken, sorumluluğu da muhalefete yıkan bir kara propaganda başladı bile. 

Seçime kadar gazetecilik biraz da bu ince sınır üzerinde ilerlenerek yapılacak! Tabii, iktidarın olağanüstü medya gücüyle, sınırın iktidar tarafında yürünerek!