Mehmet Yıldırım için

Doğduğu köy bir dağın hemen altındaydı: Gomemiş. Upuzun kavak ağaçları, serin gölgeli meşeleri, taş çeşmeleri, yemyeşil tarlaları ve aşağıda kederle akan Harçik vardı. Ama o, onları hemen terk etti; İstanbul’a gitti.

Burada tarihçilik mesleğine başladı. Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi Bölümü’nde çalıştı. Osmanlıca öğrendi, arşivlere daldı. Yirmiler, otuzları kovaladı, okulda, kütüphanede, bir resmi dairede eski yazıyla yazılmış papirüsleri topladı bir köşede sessizce. Konstantiniyye mahzenlerinin kokusunu çekti içine, Moşige’ye benzemiyordu.

Muhalif safta herkesin “makro işler”i sürdürdüğü, “büyük hikâyeler”e daldığı, Kürt sorununu ya da Ermeni tehcirini araştırdığı ve yazdığı o yıllarda, saraydan çekilen bir telgrafla Keban madenlerinde neler yapıldığını, soygunculara karşı hangi kıyıcı fermanların verildiğini, kimlerin bir ağaca asılıp, kimlerin gözü yaşlı sürgüne gönderildiğini ortaya çıkardı -ki tarih çoktan unutmuştu onları-. Bazı şeyler okunarak öğrenilir.

∗∗

Bu meslek üniversitede değil, çok önceleri başlamıştı –o hiç farkında olmadan-. Baht sahibi Qemer Ağaê Usvı’nın, oğlu Fındıq’ın, Chivê Khêj’in, gökteki yırtıcı kuşu gözünden vuran, ama Demenan ağasının oğluna dahi adaletiyle nam salan Uso Mozık’ın, yaşadıkları bir ağıda dökülen Xıdê Ale İsme’nin soyundandı o. Bazı şeyler damardan damara akar.

Azınlık içinde azınlık, büyük hikâye içindeki başka hikâyeydi onun merak ettiği -ki daha bir bebekken kulaklarına fısıldanmıştı her şey-. Kore’ye giden ama dönemeyen gencin, karda kışta yolunu kaybeden köylünün, aşiret içi bir kavgada ölen on yediliğin, Rus seferberliğinde göğsünden vurulan henüz yirmilik Şah Haydar’ın hikâyesi idi bu. Bazı şeyler hem kitaptan hem damardandır.

Yolu bu yakınlarda Hatay’a düştü, oradan yazdı yazacaklarını. Eski yazıda bulduğu, çözdüğü şeyleri, ara ara takipçilerine de anlattı. Uso Mozık’ın torunu bu genç adam, eleştirinin sivri ucunu padişahlara, kumandanlara, halifelere, şeyhülislamlara, müftülere, kadılara, paşalara yöneltti, ama kendi halkının tarihte işlediği –epey hacimde- hataları da -aynı nesnellikle- söylemesini becerdi, -bazı şeyler herkesin harcı değildir-.

∗∗

Kendisine bir rehber gibi seçtiği ve ömrünü verdiği iki dil de tersti; Zazaca ve Osmanlıca. Birincisi hikâye toplarken ve anlatırken lazımdı; ikincisi büyük hikâye içindeki unutulmuş küçük hikâyeyi anlamak için.

Mehmet Yıldırım’ın İstanbul’a ve Hatay’a –toplamı yirmi yılı bulan- “tersine göç”ü, 2. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi entelejensiyasının göçüne benzer. Türkiye’ye hakim olan milliyetçi ve islamcı histeriye karşı, okula, sıraya, anfiye, mahzene, öğrenciye, hocaya, yani her yere ve herkese ışık saçmıştır.

Son gittiği şehirden Moşige’ye bir daha dönemedi, 6 Şubat depremi birden onu aldı bizden, okuldan, öğrencilerinden, Hataylılardan. O son göçü, “memlekete dönüş”ü göremedi. Ruhu şad olsun.