Arkadaşımız Cüneyt

Dedim ya tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Tarantino doksanlarda Cannes’da büyük ödülü kazanırken, aynı filmin, 40 yıl önce, herhangi bir festivalde yer alması mümkün olmazdı bile. Cüneyt, toplumsal değerlerin ayaklar altına alındığı, solu destekleyen aydınların yerine liberal aydınların alaycı, kötücül değerlerinin baskın hale geldiği bir dünyada, ters akıntıya karşı mücadele eden bir yazardı.

Necla Algan

Arkadaşımızı kaybettik.

Sade, mantıklı, politik, dürüst bir insandı Cüneyt arkadaşımız.

BirGün gazetesinin Cuma günleri yayınlanan, Cüneyt’in hiç aksatmadan yazdığı köşe artık ne yazık ki boş.

Cüneyt 78’ liydi. 12 Eylül öncesi, henüz çok gençken politikleşen, ağır kayıplar veren kuşağımızın bir üyesiydi. 12 Eylül darbesi sırasında, sosyalist gençliğin büyük çoğunluğu gibi tutuklandı, hapsedildi.

Yetmedi, 1994 yılında kız kardeşini PKK’lı bir teröristin bombalı saldırısında kaybetti. Bu da yetmedi, 1999 depreminde küçücük oğlunu, annesini ve babasını kaybetti. Ancak Cüneyt tüm bu baş edilmez acılara rağmen, sevgili Eşi Ayşegül ve sevgili kızı Elif’in sevgi dolu destekleriyle hayatını sürdürmeyi başardı. Bu kayıplar öyle kolay kapanacak yaralar değildir. Ama Cüneyt bunu başardı. Ne atlattı, ne unuttu, bu acılarla beraber yaşamayı ve üretmeyi başardı.

Cüneyt bizim meslektaşımızdı. Sinema yazarlığı sadece seyredilen filmleri belli standartlara göre değerlendirmek değildir.

Tüm kültürel, sanatsal faaliyetler zamanının düşünce ve duygu yapısını yansıtır. Onun da arkasında belli bir üretim tarzı, toplumsal ve ekonomik bir yapı vardır.

Biz sinema yazarları da bu yapı içerisinde filmleri değerlendiririz, Kendi bireysel düşünce yapımız ve zamanın, yaygın olarak bize dayatılan düşünce ve duygu dünyasının içinde filmleri anlama, anlamlandırma ve eleştiri çabasının içindeyizdir.

Ancak bizim eleştiri, makale, araştırma çalışmaları yaptığımız son 30 yıl içerisinde dünya çok değişti. Yenidünya düzeni, “alternatif yok” söylemiyle solu gündemden düşüren neoliberal ekonomi, hayatımızı, insan ilişkilerini, toplumsal yapıyı, düşünce ve sanat üretimini kökten değiştirdi.

Cüneyt, snop değildi. Gerçek anlamda bir sosyalist ve demokrattı.

Hep öyle kaldı. Ama dünyada ve ülkemizde neoliberal yapıyla birlikte bazı aydınların dünya görüşü çarpıcı bir biçimde değişti.

Mesela ülkemizde 2008 seçimlerinde AKP’nin seçim başarısını coşkulu bir biçimde alkışladılar. 2010 yılında yapılan referandumda anti demokratik bir anayasayı onayladılar.

Bu aydınlar, yeni düzeni doğrudan ya da dolaylı olarak, güya entelektüel üstünlüklerinin bir uzantısı olarak desteklediler. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi alenen aşağıladılar. Eğer aklınız biraz çalışıyorsa onlar gibi düşünmeliydiniz. Çünkü onlar her zaman haklı ve herkesten üstündüler.

Cüneyt’in bu aydın karakteri ile deneyimlerini ve eleştirisini Birgün gazetesi arşivlerinde bulabilirsiniz.

Cüneyt, sağlam bir düşünce altyapısıyla yazan, sade ve çok içtenlikli bir dil kullanan, hayata ve filmlere her zaman sol bir perspektiften bakan cesur bir sinema yazarıydı.

Mesela, Şilili Pablo Larrain’in yazıp yönettiği “Neruda” filmini eleştirdiği yazıyı örnek olarak alalım. Cüneyt bu filmi net bir biçimde eleştirdi. Halbuki şu an sinema dünyasının en gözde yeni yönetmenlerinden biridir Larrain. Ama Cüneyt haklıdır.

Bu film 60lar ve 70 lerde yükselen sol haraketlin tarihine, gerçekliğine ve değerlerine alenen hakarettir. Bu film, yükselen toplumsal başkaldırının en önemli temsilcilerinden biri olan Pablo Neruda’yı hiç tanımayan, Allende hükümetinin ne anlama geldiğini ve nasıl vahşice yok edildiğini deneyimlemeyen yeni kuşaklara Neruda’yı bir sapık olarak tanıtmaktadır. Neden böyle yapmaktadır?

Çünkü yeni sanat ve onların yaratıcıları içten içe toplumun olmadığına (Thatcher) , insanın mantıksız şiddet gösteren manyak bir ruhsal yapısı olduğuna, şiddetin en önemli insani karakter olduğuna kani olmuşlardır. Ve bu düşünce tarzı egemen sınıfların da işine gelir. Bu inanç doğrultusunda kendilerinin en önemli karakteristiği sinizmdir. Artık, Neruda adında toplumcu bir şairin aslında hiç var olmadığına inanmaya hazırdırlar.

Bu yaklaşım yüksek orta sınıf entelektüellerinin baskın özelliğine dönüşmüştür.

Bu insanların, izole, ben merkezci ve kötücül düşünce yapılarına göre toplumun ve tarihin ilerici bir mantığı veya karakteristiği yoktur. Böyle bir alternatif yoktur. Böyle bir alternatif olabileceğine inanan insanlara da alayla bakarlar.

Larrain’in “Neruda” filmi de bu aydınlar nezdinde “”anti-Biyografik bir kara film” örneğidir.

Gerçekten tuhaf ve tehlikeli zamanlarda yaşıyoruz. Büyük bir dönüşüm gerçekleşti. Toplumsal ilişkiler, ekonomik yapılar altüst oldu. Sınıf mücadelesi gündemden düşürülmeye çalışıldı.

Sanat ve bilim üretimi büyük şirketlerin, emperyalizmin ve tekelci kapitalizmin hizmetine girdi.

Yine Cüneyt’in büyük bir öfke duyarak eleştirdiği, Churchill’in Almanya ile savaşma kararı aldığı günleri konu alan “En Karanlık Saatler” filmini hatırlayalım.

Churchill bir barış güvercini, ya da demokrat değildi. Tam tersine ırkçı, emperyalist bir savaş suçlusuydu. Yönetimde olduğu sürede, Ortadoğu’da, Çanakkale’de, Hindistan’da milyonlarca insanın ölümünde doğrudan payı var. Ama Liberal dünyamız onu bize bir vatansever, faşizme karşı mücadele eden yürekli bir politikacı olarak tanıtıyor.

Cüneyt yazdıklarıyla bu tür aldatmacalara, manipülasyonlara karşı dürüstçe ve cesurca karşı çıkıyordu.

Bir de şiddeti ve pornografiyi bir tür harmanlayıp, kimi zaman eğlenceye, kimi zaman da insanın aslında toplumsal, tarihsel ve kültürel bir canlı olduğunu reddeden, her an bir öldürme makinesine dönüşebilecek vahşi ve acımasız bir yaratık olduğunu bize dayatan, filmler var.

Son zamanlarda Yorgos Lanthimos’ un filmleri, Darren Aranofski ‘nin “Anne” si, Tarantino’nun filmleri gibi psikopat filmler festivallerin gözdesi.

Bu filmler en büyük ödüllerin adayı olurken, sinema yazarlarının beğenisini kazanırken, Cüneyt gibi yazarların mantıklı, sol perspektiften eleştirisine hedef oldu.

Yorgos Lanthimos’un nedensiz, vahşi bireylerinin, içerdiği şiddet pornografisinin karşısında, güçlü bir sanatsal yapı ve tarihsel perspektife, insana ve onun düşünce yapısına, duygularına derinlikle bakan, epik filmler gerçekleştiren Angelopoulos’un dünyasını karşılaştırmaya kalkmak bile abes.
Bu filmler sadece solun değerlerine değil, batı kültürünün son iki yüz yıllık sanatsal ürünlerine, bireyin karmaşık iç dünyasını irdeleyen romanları ve filmlerine de büyük ihanet.

Dedim ya tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Sözgelimi Tarantino doksanlarda Cannes’ da büyük ödülü kazanırken, aynı filmin, çok değil 40 yıl önce, herhangi bir festivalde yer alması mümkün olmazdı bile. Es kaza alınsaydı, 60 sonları 70’li yılların başındaki seyircisi ve aydınları tarafından yuhalanırdı herhalde.
Cüneyt bu tuhaf , insani ve toplumsal değerlerin ayaklar altına alındığı, solu destekleyen aydınların yerine liberal aydınların alaycı, kötücül değerlerinin baskın hale geldiği bir dünyada, tüm bu ters akıntıya karşı mücadele eden bir yazardı.

Sevgili Cüneyt, kuşağımızın önemli bir temsilcisiydin. Hepimizden daha fazla acı ve kayıp yaşadın. Ama yılmadın.. Düzgün sağlam açık seçik bir dille daha çok sinema alanında muhalefetini gerçekleştirdin. Bir trafik terörü senin hayatını aldı. Bu seni sevenler için çok büyük bir acı. Ama zamanın dayattığı sakat değerler sistemiyle mücadele etmeyi başardın. Gelecek kuşaklara sağlam bir bakış açısı miras bıraktın. Bizler de yaşadıkça seni ve bıraktığın mücadeleci mirası unutmayacağız.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk Dizi önerileri Şeriatçılar neden şimdi sahnede? “Gurbeti ben mi yarattım?” Devlet, burjuvazi ve AKP iktidarı