Ateş cinayetinin aynasındaki Türkiye

Sinan Ateş cinayeti ile girdiğimiz seçim konjonktüründe AKP üst üste adımlar atmaya devam ederken, tüm bunları izleyen ve içerisinde çıkar çatışmasına sürüklenmiş izlenimi veren muhalefet, Türkiye toplumunun öfkesini politikleştirmiyor, örgütlemiyor, bilakis toplumu büyük bir atalete sürüklüyor.

Fatih YAŞLI

Sinan Ateş’i ölüme götüren süreç Ateş Ülkü Ocakları Genel Başkanı’yken başladı. Hayır, Ateş “muhalif ülkücülere" yönelik saldırılara karşı değildi, bilakis organizasyonların içerisindeydi. En hafif tabirle bu saldırıları destekliyor, onaylıyordu. Sabahattin Önkibar’a, Yavuz Selim Demirağ’a saldırılarla başlayan, Selçuk Özdağ ve Orhan Uğuroğlu gibi isimlerle devam eden, faillere ve azmettiricilere yönelik cezasızlık politikalarıyla adeta teşvik edilen süreç bir bumerang misali döndü ve nihayetinde onu vurdu; Ateş, parçası olduğu zihniyet tarafından tertiplenen bir cinayete kurban gitti.


Ateş cinayeti şu anki bulgu ve verilere göre ülkücü harekete dair bir iç hesaplaşma, bir intikam saldırısı. Mersin’de 15 Mart 2022’de Çağrı Ünel’e düzenlenen saldırıda Ünel’in saldırganlardan biri olan Emrullah Kaplan’ı vurmasının ve Ateş’in adamı olduğu söylenen Ünel’in bu yaptığının faturasının Ateş’e kesilmesinin bir sonucu. Konuya dair ilk açıklamanın Mersin Ülkü Ocakları Başkanı’ndan gelmesi, cinayetin uzandığı siyasi figürün halen Mersin milletvekili olması vs. de tablonun tamamlayıcı unsurları.

Yine de Ülkü Ocakları’nda genel başkanlık yapmış, ülkücü camiada ciddi bir karşılığı olduğu anlaşılan ve akademisyen kimliğine sahip birinin seçimlere bu kadar az bir süre kalmışken öldürülmesini, böylesine büyük bir riskin alınmasını gerektiren şey sadece bir intikam saldırısı olabilir mi, cinayet sadece bununla açıklanabilir mi?

İşte bundan emin değiliz; eğer saldırı sadece gözdağı vermek için tertiplendiyse ve Ateş’in karşılık vermesi üzerine katil o panikle Ateş’i öldürdüyse, yani cinayet yanlışlıkla işlendiyse, bu bir açıklama olabilir. Ancak öte yandan cinayet organizasyonunun genişliği, özel harekâtçılardan uyuşturucu satıcılarına ve oradan da MHP yöneticilerine uzanan karmaşık ilişkiler bu ihtimali azaltıyor, Ateş’in doğrudan öldürülmek için hedef alındığı ihtimalini güçlendiriyor.

Peki, bu MHP’ye ve Cumhur İttifakı’na yönelik bir tuzak, bir operasyon olabilir mi? Elbette teorik olarak mümkün ama saldırı sonrası MHP’nin sessizliği, bir taziye açıklamanın dahi çok görülmesi, Bahçeli’nin “kimseyi vermeyeceğiz” anlamına gelen son açıklamaları, Ateş’e yönelik bizzat hareket içerisinden tedavüle sokulan birtakım iddialar bu seçeneği zayıflatıyor. Eğer sahiden de amaç MHP’yi zor duruma düşürmek olsaydı, daha ilk günden ön alıcı ve boşa düşürücü hamlelerle buna bir yanıt verilebilirdi. İlk günden itibaren takınılan tavrın ve bürünülen sessizliğin ise bununla uzaktan yakından alakası yok, “sükût ikrardan gelir” diyebileceğimiz bir durum söz konusu adeta.

Cinayetin nedeni her ne olursa olsun, meselenin ülkücüler içi bir hesaplaşmanın ötesine geçtiği ve seçime doğru giden Türkiye’de bütün bir siyaseti kuşatan bir niteliğe kavuştuğu ortada. Bu cinayet, seçim konjonktürünü dizayn etmek, muhaliflere gözdağı vermek, bir korku iklimi yaratmak için işlenmedi ama seçim konjonktürüne şimdiden damgasını vurdu, dahası Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu gözler önüne serdi.

Uyuşturucu çeteleri, kiralık katiller, özel harekâtçılar, siyasetçiler, narko-ekonomi iddiaları, Mersin Limanı'nda üst üste yapılan uyuşturucu operasyonları, Ankara’nın göbeğinde ve rejimin elitlerinin merkez üssü diyebileceğimiz bir yerde, Çukurambar’da gündüz gözüyle böyle bir cinayetin işlenebilmesi ve olayın siyasi uzantılarının açığa çıkmaması için gösterilen çaba… Bunların hepsinin bir arada okunması, aynı tabloya yerleştirilmesi, bir puzzleın parçaları gibi görülmesi gerekiyor.

Bu tablo seçime doğru giden Türkiye’nin tablosu olarak okunmalı ve nasıl bir seçim süreci yaşayacağımızın işaretlerinden biri olarak görülmeli. Hatırlayalım, bundan birkaç ay önce Polis Akademisi mezuniyet töreninde Polis Bandosu AKP’nin seçim marşını okumuştu ve parti-devlet özdeşleşmesi, devletin güvenlik aygıtının bir siyasi partinin kontrolüne girişi ciddi bir tartışma konusu yapılmamıştı. Bu hafta ise yerli silah sanayisi temalı bir toplantıda Erdoğan doğrudan Kılıçdaroğlu’nu hedef aldığında kuvvet komutanları, yani TSK’yi yöneten isimler Erdoğan’a alkış tuttu, basitçe bir cumhurbaşkanını değil, bir parti genel başkanını hem de ana muhalefet partisi liderini hedef alan bir parti genel başkanını alkışladı.

Özgür Özel, perşembe günü yaptığı açıklamada Soylu’nun trol ordusunu ifşa ederken çok büyük bir skandalı da açığa çıkardı ve hem Emniyet’in hem Jandarma’nın sosyal medya hesaplarının trollerin başındaki kişi tarafından kullanıldığını gösterdi. Kasım ayında da hem Emniyet hem de Jandarma, herhangi bir şekilde anılmadıkları halde uyuşturucu ticareti ile ilgili bir video çeken Kılıçdaroğlu hakkında önce sosyal medyadan paylaşımlar yapmışlar, sonra da suç duyurusunda bulunmuşlardı.

Dolayısıyla karşımızda olağanüstü karakteri haiz, rejim inşa eden, devletleşmiş, devletin güvenlik aygıtını büyük ölçüde kontrolü altında tutan, seçimleri vermemek için her şeyi göze almış bir iktidar var ve bu bize bütünüyle sandığa endekslemiş, halkı siyasi denkleme dâhil etmekten kaçınan, kitle seferberliğine girişmekten korkan bir stratejinin, yani muhalefetin mevcut stratejisinin sınırlarını da gösteriyor.

Bu strateji, seçimlerin artık birkaç ay içerisinde gerçekleşeceği anlaşılmış olmasına rağmen henüz bir aday çıkarabilmiş, bir program açıklayabilmiş, bu aday ve program etrafında bir seferberlik hali yaratmaya, bir umut, heyecan ve coşku dalgası inşasına girişebilmiş değil. Ortada her ne surette olursa olsun “boş tencere”nin iktidarı götüreceğine duyulan bir inanç var ama şu unutuluyor: Boş tencerenin iktidarı götürebilmesi için tencere ile kapağın birbirine vurulması, yani ses çıkarılması gerekiyor. Oysa bugün bilinçli bir tercih olarak ses çıkarmaktan kaçınılıyor, “aman oyuna gelmeyelim” anlayışı sürüyor.

Sinan Ateş cinayeti ile girdiğimiz seçim konjonktüründe AKP üst üste adımlar atmaya devam ederken, tüm bunları izleyen ve içerisinde çıkar çatışmasına sürüklenmiş izlenimi veren muhalefet, Türkiye toplumunun değişim arzusuna hitap etmiyor, onun öfkesini politikleştirmiyor, örgütlemiyor, bilakis toplumu büyük bir atalete sürüklüyor.

Durum buyken, iktidar artık yeni bir hikâye anlatamıyorken ama muhalefetin de anlatabileceği bir hikâyesi yokken, Türkiye solu, tarihinin en zayıf dönemlerinden birinden geçse de buraya müdahale edecek kanalları genişletmeli, seçim sonrasına da uzanacak stratejiler üzerine kafa yormalı, kitlelerde umut yaratacak, sahipsizlik hissini hafifletecek, yan yana gelişleri çoğaltacak işleri hayata geçirmenin yollarını aramalı. Bu tıkanmışlık devam eder, kilidi açacak hamleler yapılmaz, yeni bir dalga yaratılmazsa yaşadığımız karanlıktan kurtuluş öyle kolay olmayacak çünkü.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk Dizi önerileri Şeriatçılar neden şimdi sahnede? “Gurbeti ben mi yarattım?” Devlet, burjuvazi ve AKP iktidarı