Bir temmuz enkazı

Yıldönümü yaklaşan Sivas Katliamı, geçen çeyrek asra karşın onulmayan, onulamayacak olan yaramız, dehşetimiz, isyanımız, ar damarımız… Unutmuyoruz ve unutmayacağız…

Nesli Zağlı

“Ben dediğimiz şey; zaten kaybetmek zorunda kaldığımız şeylerin
enkazından ibarettir.”

İskender Savaşır

Doğduğumuz ilk andan itibaren beslenmek, korunmak ve gelişmeye olanak bulmak kadar tutarlılık ve tahmin edilebilirliğe, özgürlüğe ve adalete de ihtiyacımız var. Gözünüzde bir türlü adalet ihtiyacındaki bir bebek canlanmadı mı, yardımcı olmaya çalışayım. Mesela eğer bebek, annesi onu emzirirken hafif sivrilmeye başlamış dişleriyle memenin ucunu ısırırsa annenin can havliyle memeyi ağzından çekmesini çok erken aylardan itibaren öngörebilir. Ancak annenin bir öfke haliyle bebeği yatağa fırlatması beklenmediktir, davranışın karşılığı değildir, travmatiktir. İnsan o andan itibaren güçlü durumda olanın, güçsüz olan veya güçsüzleştirilmiş olan üzerinde ne kadar yaralayıcı olabileceğine inanmaya başlar. Bebek büyümeye devam ettikçe annesinin adil olmadığı gibi, babasının ve tüm diğer ötekilerin de adil olmadığını an be an deneyimleyecektir. Yaşam biz yetişkinler için erken dönemlerde dünyaya ve adalete inancımız sarsılmamış kalsa da -ki bu oran çok çok sınırlıdır- bireysel ve toplumsal travmalarda örselenip yaralanarak geçmiyor mu? Boşuna denmiyor biz travma toplumuyuz diye, boşuna denmiyor hepimiz yaralıyız diye. Yıldönümü yaklaşan Sivas Katliamı ise geçen çeyrek asra karşın onulmayan, onulamayacak olan yaramız, dehşetimiz, isyanımız, ar damarımız… Unutmuyoruz ve unutmayacağız…

Katliamın televizyonlarda yarım yamalak duyurulduğu zaman ben 15 yaşındaki kızımla yaşıttım. Gördüklerim, duyduklarım ve evde konuşulanlar karşısında yoğun bir dehşet duygusu hissettiğimi bugün gibi hatırlıyorum. Sonra yıllar boyu her ne kadar bu konuyu dehşet içinde bir merakla anlamaya çalışsam da emin olun üniversite yıllarında bile bunu başaramadım. Telaffuz etmek, anlamak, üstüne düşünmek öyle zordu ki. Üzerine bir şeyler okuyup, dinlediğim veya izlediğim zamanlarda bu ağır duyguyu taşıyabilecek gibi hisseder ancak yanımda bana çok benzer duygularla anan eşim veya dostum da olsa bu duygumu anlayıp işleyecek gücü bulamazdım.

“unutMADIMAKlımda”

İlginçtir ki kendi bireysel sürecimde bu konuyu işlemeye başlayabilmem sosyal medyanın son 10 yılda yaygın kullanılmasıyla oldu. Bir baktım ki, herkes “unutMADIMAKlımda” diyebiliyordu. Ben de artık kişisel ve politik duruş anlamında bu acıyı konuşabilir ve paylaşabilir hale gelmiştim. Sonrasında sadece 2 Temmuz’larda değil her karşıma çıktığında kaçınmadan, odağımı kaydırmadan, küfür kıyamete düşmeden bunu işleyebildim. Benim senelerce bir iç savaş gibi yaşadığım katliamı, sevdiklerini kaybedenlerin nasıl yaşadığını hep hatırlamanın utancıyla. Kalanlar gidenler için şiirlerini yazdı, türkülerini, şarkılarını söyledi, kalemini sivriltti. Biz yasımızı tutuyor ve kaybettiklerimizi dönüştürüp içselliğimize kazandırıyoruz. Bir nefeslik bile olsa dünyayı hak etmeyen tüm katillere dert olsun.

Bireysel öykülerimizdeki travmalarımızla, toplumsal travmalarımız aslında bu zamansallık açısından büyük benzerlik gösterir. 5 yaşındaki, 10 yaşındaki veya 15 yaşındaki çocuk büyük bir travmayla sarsıldığında bunu anlamlandırıp işlemeye hazır değildir. Bu nedenle çocukluk çağı travmaları, yaşantımızdaki tüm olaylar arasında olumsuz etkilerinin yüksekliğiyle ön plana çıkar. Adalet ve dünya inancının çatırdaması karşısında çocuğun da baş etme repertuarı dardır. Bu nedenle olayla yüzleşilemez, kaçınılır, korkulur ve hatta dehşete düşülür. Benim gençlik yaşlarımda ve Türkiye toplumunun hemen hemen her çağında olduğu gibi adalet bilinci hamdır, daha yoğrulmamıştır. Bu nedenle başa gelen korkunç bir katliam bile bastırılır, en ilkel baş etme yöntemidir bu. Neyse ki toplumsal belleğini hep diri tutan bünyeler vardır ve “unutma” derler sana. “Bununla yüzleş! Korkma, hep beraber hatırlayacak ve hep beraber işleyeceğiz.” Aslında bireysel travmalarda bu işi üstlenen çoğu zaman bir psikoterapisttir. Travmalarla çalışırken psikoterapist, sarsan ve yaralayanı unutmanın işlevini, eğer bu bastırma mekanizması devam ederse bunun bedelini, iyileşme için bu yaranın ilmek ilmek işlenmesinin gerekliliğini fark ettirmeye çalışır. Terapist, travma hastasına “Al tozlu, kirli çuvalını getir ortaya ve yavaş yavaş, emek emek göster enkazlarını” demektedir. Bazı danışanlar bunu daha kolay yapabilecekken bazı danışanlar seanslar boyu çuvalın çevresinde gezinir, yaralarını gösteremezler. Hazır değillerdir, ellerini çuvala sokup yine kirlenmekten korkarlar veya sadece yorgundurlar. Bireysel travmadaki gibi toplumların da enkazlarla karşı karşıya kalması zaman alır.

“Olay” değil “Katliam!”

Yine bireysel travmalardaki gibi toplumsal travmalarda da dil, travmanın yönünü, etkisini belirler. Onlarca canın yakarak öldürüldüğü, örgütlü insanlık dışı bir caniliğe Sivas “Olayları” dendi ve denmeye bazı cenahlarca devam etmekte. Siz bir katliama olay dediğinizde sistemli bir katliamı iki grup arasında yaşanan bir hesaplaşmaya indirgersiniz. Katilleri tanımlarken sürü psikolojisi, linç, provokasyon anahtar kelimelerini kullandığınız anda da travma kurbanlarının ve bu kabusa seyirci kalanların yaralarını onulmamacasına kanatırsınız. Bu bir insanlık davasıdır ve zaman aşımına uğratanlar da bu katliam zincirinin birer halkasıdır. Bu olaya farklı bakan biriyle karşılaşırsanız ilişkinizi gözden geçirin. Babasının tecavüzüne uğrayan biri hakkında bile “ama” diyen kimse insandan sayılamayacağı gibi, bu katliama da dipnot düşebilenlerden insan çıkmaz. Bireysel yaralarınızı yok sayanlarla bir düzlemde buluşabiliyor musunuz? Defalarca şiddet gördüğünüz bir ilişkiden bir dostunuz “bu olay” diye bahsederse ve şiddeti, failin öfkesine, stresine, sevgisine bağlarsa ne hissedersiniz? Aynı şekilde toplumsal yaralarımızı da görmezden gelen, görüp doğru bir dille ifade etmeyen herkes, bu sistemli kötülüğün parçasıdır. Eşinizi ve dostunuzu katile katil diyenlerden seçin.

Dünya binlerce adaletsizlik ve çirkinlikle döndü durdu ve yine bir 2 Temmuz’a erdik. Adalet yine yerini bulamadı, bulamayacak çünkü kan, ter, gözyaşı dolu dünyada adalete hala yer yok. Ancak bu bizim içimizde o adalet inancını öyle veya böyle taşımamıza engel değil. Acımızı, yaralarımızı, kayıplarımızı, enkazlarımızı bu güne taşırken korkabilir, yorulabilir, hatta tükenebiliriz. Hiç iyileşemeyecekmiş gibi hissedebiliriz. Burada en önemli nokta bu acılardan korkmamak. Açık açık, doğru dille vahşeti kabul edebilmek, bu sarsıcı duyguya direnebilmek ve sonra üreterek işlemek. Şarkılarla, şiirlerle, türkülerle, bir arada olarak meydan okumak. Enkazlarımızı ayağımızı sürüye sürüye taşırken bile yalnız değiliz, hiç olmadık. Umarım bir gün, daha gür bir sesle alev alev yakılanları bir an olsun yalnız bırakmadık diyebilelim.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk Kuru Otlar Üstüne: Bir sahnenin anatomisi Şeriatçılar neden şimdi sahnede? Devlet, burjuvazi ve AKP iktidarı Dizi önerileri