Dünü ve bugünü araştırmak

Uğur Mumcu’nun gazeteciliği nedir diye sorulduğunda verilecek farklı yanıt var. Bu gazeteciliği, babamın bir ayete çevrilen (!) “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” cümlesiyle ifade edebilirim

ÖZGE MUMCU AYBARS / statikenerji@gmail.com

Her daim baskı altında olan gazeteciliğin, dönemlere özgü baskı yöntemleri var. 1990’larda yaşanan faili meçhul baskısı, yerini yayın yasaklarından muhalifleri hapse düşürmeye kadar bir yolda devam ediyor. Baskıların yöntemleri değişse de, baskının varlığı değişmiyor. Gazeteciliğin gerçeği sorgulama olan özü de değişmiyor. Hâliyle de, ifade özgürlüğü ile bir haberin arkasında yatanları aktarmaya olan ihtiyaç asla değişmiyor. 13 Haziran 1974’te babam şu satırları yazıyor “Hukuk, tarihin her döneminde egemen güçlerin aracı olmuştur. Siyasal iktidarlar, emekçi halk yığınlarının istek ve özlemlerini bastırabilmek için mahkemeleri ve köle ruhlu yargıçları birer işkence aleti gibi kullanmışlardır. Siyasal tarih bu tür mahkemelerin öyküleriyle doludur.” 1974’ten bugüne içeriğin değişmemesi, bizlerin dönemsel bir yenilgisidir bir yandan. Bitmek bilmeyen bir mücadele ve kavga…

Uğur Mumcu’nun gazeteciliği nedir diye sorulduğunda verilecek farklı yanıt var. Kitaplarının insan belleğinde sinematografik izler bırakması gazeteciliğinin enteresan bir yönü olsa da, özü, gazetecinin önüne gelen haberi sorgulaması, ezberden bir iki cümleyi çevirip “uzman gazeteci” diyerek kendini öne çıkarmamak. Bu gazeteciliği, babamın bir ayete çevrilen (!) “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” cümlesiyle ifade edebilirim.

Araştırmacı gazeteciliğin temel niteliği sorgulamaktır, yaşanan olayların arkasındaki ilişkileri, ekonomi politik ile olan bağlantısıyla beraber ortaya koymak. 1987’de 12 Eylül döneminde yurtdışındaki Türk imamlarının paralarını Suudi kökenli Dünya İslam Birliği’nden (World Islamic League) aldığını yazan Rabıta kitabının gündemde olmasını bugün nasıl açıklayabiliriz yoksa? 29 yıl önce yazılan, yayımlandığı dönemde de ilgi uyandıran bir yayındır Rabıta kitabı. Rabıta’da yazılan ilişkilerin izini sürerek gündeme dair de farklı araştırmalar yapılabilir. Örneğin geçtiğimiz aylarda, bugün iktidar tarafından desteklenen ve adı tecavüz skandalına karşışan Ensar Vakfı, Rabıta’da geçer, vakfı kuranlardan Alaatin Şahin ile görüşür babam: “Al Baraka” ile birlikte “Bereket Vakfı”nı kuran Abdullah Sert’in, Ahmet Çakır, Alaattin Şahin, Ali Emirosmanoğlu, Ali Erli ve Bahri Bayram ile birlikte kurdukları “Ensar Vakfı” adında bir başka vakıf daha vardır. Bu vakıf 1979 yılında kurulmuştur. Alaattin Şahin, 5 Mart tarihli Cumhuriyet’i çekmecesinden çıkartıp bize gösterdi ve “Bizim vakfın Rabıta ile, A1 Baraka ile, Bereket Vakfı ile alakası yoktur” dedi. Biz de “Peki, bu söylediklerinizi yazarız” dedik. (…) Alaattin Şahin’in yanından ayrılırken, Ensar Vakfı’nın Rabıta’dan yardım alıp almadığını sorduk. “Kuruşu yoktur. tanımaz bile” karşılığını verdi. Özellikle belirtmek istediği bir “husus” olup olmadığını sorduk, şöyle dedi:“Gazetenin abarttığı kadar büyük değil. Her şey devletin kontrolü altındaydı. Devletin haber alma örgütü vardır. Rabıta üzerinde bu kadar durmak, havayı bulandırmaktır.”

OPUS DEİ ve İslami Kadrolaşma

“Devletin kontrolünde olduğu” 1987’de belirtilen Rabıta’da bu şekilde belirtilen Ensar Vakfı’ndan, İslami kadrolaşmaya, 15 Temmuz Darbe Girişimi'nin ardından OHAL ile birlikte FETÖ/PDY kısaltmasıyla başlayan operasyonlara kadar, devletin her kurumun, her kişinin ayrı ayrı bağlantılarından ve her girişimden haberdar olduğunu söylemek mümkün. Ama hangi cemaati, hangi iktidar döneminde şapkasından çıkararak sunar ya da öldürmeye karar verir; onu da ekonomi politik ile beraber uluslararası gelişmelerle beraber yorumlamak gerekir. Dönemin TRT’sinde (1992) şu anda FETÖ soruşturmasından hapiste olan Nazlı Ilıcak ile bir söyleşi yapar ve laiklik sorulunca şu cümleler dökülür dudaklarından: “İslamcı ideoloji bütün ideolojiler gibi serbest olmalıdır, o bakımdan bir tereddüt yok. Ancak bazı gözlemlerimiz var, bunların altını çizmek gerekiyor. OPUS DEİ bir Katolik örgütlenmesinin adıdır. Siyaset, ticaret ve din üçgenine dayanır batıda ve tüm yayın organlarına, televizyon kanallarına egemen bir örgüt. Türkiye’de buna benzer yeni bir parasal kaynak bulundu İslamcı ideoloji tarafından. Örneğin İslamcı bankerler, bunlar sözde faize karşıdır ama bunlar “hile-i şeriye” yoluyla, İslam hukukunda bunun adı Riba’dır. Bu Bu faizin bir başka çeşididir. O kadar yaygın bir örgüttür ki bu, Almanya’daki camilerde bir takım broşürler dağıtılır, denilir ki, paralarınızı bu İslamcı bankerlere yatırın çünkü Kuran öyle emretmiştir diye… Bu İslamcı kuruluşlar, sağcı, milliyetçi, dinci yayın organlarına kredi verir… O kendi aralarında bir ilişkidir, geri verir mi vermez mi, kontrol etmek zordur. Bu bankerler ayrıcalıklıdır, battı diyelim, başbakanın takdirleri onlar için yürürlüktedir. (…) İmam hatip okulları, şüphesiz imam hatip okulları açılmalıdır, açılmıştır da daha önce. Bugünkü rakamlara bakacaksınız, 435 bin imam hatip mezunu var. Bunlardan kaçta kaçı imam hatip mezunu olarak çalışıyor? Her on kişiden bir kişi ancak Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi verilerine göre, diyanet işlerinde çalışanların yüzde 26’sı ilkokul mezunu. Demek ki, bir yandan din hizmetlerini ilkokul mezunlarına veriyorsunuz, öte yandan okul açıyorsunuz dini eğitim veriyorsunuz, bunları da devletin diğer kadrolarında çalıştırıyorsunuz. Yani bir çeşit İslamcı kadrolaşma var. Ben demek istemiyorum ki, ilahiyat fakültelerinden, İslam enstitülerinden ve de imam hatiplerden çıkan herkes İslamcı, İslam devleti kurmak için militandır. Ama elbet ki, emniyet müdürü günün birinde, imam hatip mezunu, savcı imam hatip mezunu, yargıç imam hatip mezunuysa o vakit tevhidi tedrisat kanununa göre bakmak gerekir. Şimdi, din hizmetleri kamu göreviyse eğer, bunu en iyi şekilde yerine getireceksiniz. İlkokul mezunlarına teslim ediyorsunuz, imam hatipleri neden açıyorsunuz? Neden açtığınız belli, İslamcı kadroları yerleştirmek. Türkiye’de özellikle son on yıldır, tarikat, ticaret ve siyaset üçgeni egemendir.” Bu ilişkilerin akışını saptayıp, gidişatı zamanından önce görmek, ideolojik olarak bir çerçeveye koymak ve bunu topluma dile getirmek babamın en büyük becerisiydi zannımca.

“Babanız yaşasaydı şimdi nerede olurdu?”

Bir olayın arkasındaki gerçekler sorgulanarak yazıldığında, gazeteciliğin, öylesine akarmış gibi görünen olayların seyrini bozabilme becerisi vardır. Bir gazeteci, bir konuyu ne kadar deşmeye ihtiyaç duyarsa, topluma sunulan olayın akışını bozmayı da üstlenir. Gerçeği bulana kadar hangi olayın, neyin, neden, kiminle ve nasıl olduğunu; işlerin ve ilişkilerin aslında nasıl işleyebildiğini gösteren bir güce sahiptir. Yeni Türkiye lügatiyle “algı yönetimi”ni bozar. Gazetecilikten tam da bu nedenle korkulur, bu nedenle de insanlar susturulmaya çalışılır. Babamın anmalarında verdiğim röportajlarda sürekli sorulan bir soru var. “Babanız yaşasaydı şimdi nerede olurdu?” Bugün yaşadığımız karman çorman coğrafyada, zamanın O’nun için nasıl akacağını olacağını tahmin edemesem de, babamın araştırdıklarından hareketle neleri araştıracağı üzerine - kısa sayılabilecek bir zaman dilimi için- bir liste yaptım. İlki Ergenekon döneminde sözde itirafçı Tuncay Güney’in kim olduğu ile bağlantılarının araştırılması. İkincisi Balyoz döneminde bilgisayardaki yerleştirilmiş dosyaların bilişim uzantıları. Üçüncüsü barış sürecinin arkasındaki pazarlıkları ve sürecin esasen neden bozulduğunun belgelenmesi. Dördüncüsü 7 Haziran’dan beri olan türlü gelişmelerin nedeninin peşine düşmesi, patlamalardan sonra “yayın yasağı” olayların iç yüzünü. Beşincisi Ensar Vakfı ile iktidarın maddi bağlantılarını. Altıncısı IŞİD’in hem Türkiye’de hem de dünyadaki finansal ilişkileri ile siyasi bağlantıları. Sonuncusu, başkanlık sistemi ile Ortadoğu’daki gelişmelerin gidişatı arasındaki ilişki. Muhtemelen tüm bunları ağ haritaları (graphcommons) üzerinden basitçe anlatacak, bilgisayar işlerinden anlayabilecek birini bulurdu; eğer kendisi yapamazsa.

Babam hep bir haber ajansı kurmak isterdi. Ajansta, araştırılacak konuları belirlemek ve tüm dosyalarıyla bir şema içine yerleştirerek yayın yapmayı hedeflerdi. Ailesi olarak bizler, onun bu fikrini temel alarak bir Vakıf kurduk. Bugüne kadar araştırmacı gazetecilik eğitimi verdik, gazeteci olmak isteyen gençlere elimizden geldiğince destek olmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda, tüm kitaplarını ve yazılarını babamın unutulmaması için bastık, bugünlerde yeniden düzenlediğimiz kitap baskıları üzerinde çalışıyoruz. Türkiye, enteresan bir ülke, hem unutmamak hem de unutup yaşayıp gitmek üzerinde bir dengede salınıp duruyoruz, yaşanan olaylar ve söylediklerinin haklı çıkması ile yaşadığı son, babamın unutulmaması için en önemli nedenler arasında. Yazıma onun şu sözleriyle son vereyim: “Yazarlar, tarihin tanıklarıdır. Yaşanan her olay, yazarın kaleminden süzülerek kitlelere yansır. Yaşanan her olay, yazarı etkiler ve yönlendirir.. Yazar, akıp giden bu olaylar karşısında içinden çıktığı topluma ve tarihe karşı sorumludur. Tabi gerçekten yazarsa!”

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk Şimşek, ekonomi ve gerçek Dizi önerileri Ekonomik politikalar ve bütçe “Gurbeti ben mi yarattım?”