Gidenlerin Ardından

Romanlarında bilinç akışı tekniğini oldukça sık kullanan ve zamanla oynamayı seven bir yazar Per Petterson. Yazar romanın bazı bölümlerinde, yüz ve suretler üzerinden Arvid'in haletiruhiyesini anlamamızı sağlıyor.

Şafak BABA PALA - Yazar

"Aynada buzlanır eski mutlu günler
Bembeyaz
tavana dikilirse gözler"[1]

Geçtiğimiz günlerde İlhan İrem'i kaybettik bildiğiniz gibi. Bu kaybın ardından birçoğumuz kendimizi kötü hissettik. Sosyal medyada günlerce sanatçıyla ilgili yazılar ve elbette onun şarkıları paylaşıldı. Sevgili İlhan İrem’in kaybının ardından yaşanan üzüntü, yalnızca onun ölümüyle ilgili değildi aslında. Onunla birlikte yaşadığımız geçmiş “güzel günlerimiz”den ve o günlerdeki “masum hallerimiz”den de bir parçayı yitirmiştik. Bu kaybediş, tam da Per Petterson'un Ardından romanını okuduğum günlere denk gelmişti. Ardından da bir kaybedişin romanıydı. Romanın ana kahramanı Arvid, annesini, babasını ve kardeşlerini bir deniz kazasında yitirmişti. Per Petterson okurları, Arvid Jansen'ı, yazarın Lanet Olsun Zaman Nehrine[2] ve Benim Durumumdaki Erkekler[3] romanlarından da tanırlar. Yazar bu kez, romanın adından da anlaşılacağı üzere, kayıplar ardından yaşanan yas sürecini işliyordu.

"Bu aynalar insanlarla oynuyor
Bu aynalar insanlara ağlıyor, gülüyor

Çıksam bi'türlü, dışar'da boşluklar
Kalsam bi' türlü, içer'de aynalar
Sihirli aynalara döndü insanlar"[4]

Bu yazıya yazarken Ardından romanı ve İlhan İrem'in müziği birbiriyle etkileşti zaman zaman. Son dönemlerde ölümleri daha bir farklı algıladığımızı ve özellikle sosyal ağlarda görülen ölüm haberlerinden tam olarak farkında olamasak da, çok etkilendiğimizi düşünüyorum. Garip bir dönemdeyiz. Ölümler naklen yayın gibi telefonlarımızdan akıp geçiyor. İnsanlar tanımasalar da onlarca ölenin fotoğraflarına, gözlerinin içine bakıyorlar. Bazen, tanımadıkları, bu dünyada bile olmayan insanların, sosyal medya hesaplarına girip onların bilgilerine ya da yaptıkları son paylaşımlarına bakıyorlar. Ölenlerin daha bir gün önce yaptıkları paylaşımları okumak bir kısım insana çok sert gelirken, bazıları da bu gerçekliğe hiç önemsemeden bakıp geçiyor. Ama işte üzülsek de üzülmesek de, o gözlere bakıyoruz çoğumuz. Bu bilgi rahatsız edici. Elbette ölümü hepimiz, ne yazık ki birçok kez deneyimledik. Ailemizden insanları, sevdiklerimizi, yakınlarımızı kaybettik. Biliyoruz yani başımızdaki derdi. Ancak burada anlatmak istediğim başka bir durum. Benim yaşımda, benden genç ya da benden çok yaşlı insanları ve onların aydınlık, pırıl pırıl ve belki yorgun, birbirlerinden bambaşka bakışlarını her gün, her saat, sanki hâlâ canlılarmış gibi görüyoruz. Eski dönemlerde gazete köşelerinde yalnızca bir ad olarak okuduğumuz ölenler, ölümlüler; şimdi adeta göz göze bakıştığımız tanıdık insanlar gibi. Çok çelişik farkındayım ama en cansız hallerinde, hep capcanlı duruyorlar ekranda. Bu gerçekliğin, sosyal medyanın sahteliğini göstermek açısından da iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.

Ölümün bir diğer söylemi de kayıp bildiğiniz gibi. Kaybediyoruz. Sevdiğimiz insanları, sevdiğimiz mekanları, dilleri, sesleri, ormanları, denizleri, güzellikleri ve bütün bu kayıplarla, hepimiz birer kayıbız aslında. Her gün sosyal medyada rengarenk kayıp ilanlarımızla bir kayboluş girdabındayız. İlhan İrem'in dediği gibi sihirli aynalara döndük belki de hepimiz. Haydi işte bunu bile bile gülümseyelim ekrana ve paylaşalım renkli bir fotoğraf daha. Ve mutlu bir gün daha başlasın hiç ölmeyecekmişiz gibi. Ve bir yüz daha eklensin instagramdaki ölmüş veya sözde yaşayan, insan yüzlerine.

Ardından romanı, işte tam bugünün modern insanını ve onun insani durumlarını anlatıyor. Romanın satır aralarında; kalabalıklar içinde olan, koskocaman dünyayı avucundaki telefonunda tutan yapayalnız insanı duyumsuyoruz. Yazar bize Arvid'in kimsesizliğini çok yalın ve belki bazen naif bir şekilde anlatmış. işte o yüzden çok daha sert hissediliyor bu yalnızlık.

Per Petterson Türkiye'de okurların sevdiği bir yazar. Hoş, son zamanlarda, günümüzde yaşayan, kuzeyli birçok yazarın Türkiye'de ilgi gördüğünü, ülkemizin içinde bulunduğu kaosun da bu ilgide payı olduğunu düşünüyorum. Ekonomik kriz, hak, hukuk, adalet üzerinden yaşanan eşitsizlikler nedeniyle başka bir dünya mümkünün var olduğuna inanmak istiyoruz belki de. Hem daha yalın, daha düzenli, havası başka, ışığı başka bir dünyanın özlemi içinde de olabiliriz. Beklentiler böyle uzar gider elbette. Sonuç olarak hamur aynı hamur, anlatılan nerede olursa olsun insan. Vardığımız nokta insani durumlar. Aile, ölüm, savaşlar, kocaman bir aile sayılacak dünyanın halleri...

Romanlarında bilinç akışı tekniğini oldukça sık kullanan ve zamanla oynamayı seven bir yazar Per Petterson. Yazar bu romanın bazı bölümlerinde, yüz ve suretler üzerinden Arvid'in haletiruhiyesini anlamamızı sağlıyor. Kitap, “Bir yüz vardı. Daha önce hiç görmemiştim, yine de kesinlikle tanıyordum onu ama şimdi aklıma gelince tatsız bir duygu uyandırıyor bende.cümleleriyle başlıyor. Bu cümleler romanda bir yüz hikâyesi ya da bu yüze sahip bir kadın hikâyesi okunacağını düşündürüyor.

Yine, Arvid'in yüzünü unuttuğu bir kadın metinde karşımıza çıkıyor. “Sonra muslukları kapatıp ağır ağır kurulanıyorum, havlunun ucuyla aynanın üzerindeki buharı siliyorum ve yüzümü inceliyorum. Fena sayılmaz. Ecza dolabında yüzünü unuttuğum birinin bıraktığı bir tüp kapatıcı var, artık makyaja ihtiyacı olmayan biri, çünkü yüzü kayboldu, gözümün o yüzden başka bir şey görmediği o yıllar nasıl kaybolduysa öyle.” Yazar bu cümlelerle okuyucuya; yaşananların, yaşanan anların, zamanın, yüzlerin ve belki insanın da bir kayıp olduğunu düşündürmek istiyor belki de.

Kayıplar hiç bitmek bilmiyor ki. Düşünsenize daha yenilerde Avrupa’nın çöplerinin ülkemize getirildiğini öğrendik. Çoğumuz, gelecek zamanlarda bu yüzden yaşayacağımız çevre felaketlerini, kaybedeceğimiz güzellikleri tahmin bile edemiyoruz. Ve böyle bir durumu kabul eden yüzleri tanımıyoruz ancak bizden olmadıklarına eminiz, değil mi? Ben Norveç'ten kalkıp yine bizim yaşadığımız ülkeye, Türkiye’ye geldim. Edebiyatın gücü tam da bu değil mi? Yaşadıklarımızı daha iyi anlamlandırıyoruz edebiyat sayesinde. Çevre sorunları ve dünyanın sonuyla ilgili kaygılarımız, sanırım, günlük hayatımızı düşündüğümüzden çok daha fazla etkiliyor. Türkiye'de bir vatandaşsanız da , Norveçli bir roman kahramanıysanız da durum böyle.

Yazarın okuduğum ilk kitabı At Çalmaya Gidiyoruz[5]'da nehir boyunca yüzen keresteleri okuduğumuz gibi, Ardından’da da buz kütlelerinin suda yüzüşünü okuyoruz. Ve yazarın canlı anlatımıyla, nasıl kerestelerin kokusunu burnumuzda duyduysak, bu kez de buz kütlelerinin parçalanışlarının sesini yakından duyuyoruz. “(…) ve hep orada olan buz kütleleri kopup serbest kalmış, Oslo’ya doğru giden akıntıda yüzüyordu; bazıları kıyıya yöneliyor, iliklerimizde duyabildiğimiz şiddetli gümbürtülerle kayalara çarptıktan sonra akıntı tarafından geri döndürülüp sürükleniyordu.”

Buz kütlelerinin suda süzülüp gidişinin anlatımından hemen sonra yine bir yüzden söz ediyor yazar. "Bir yüz vardı. Daha önce hiç görmemiştim, kesinlikle tanıyordum, ama şimdi aklıma gelince tatsız bir duygu uyandırıyor bende." Bu anlatımın devamında kahramanın bir rüyanın içinde olduğunu anlıyoruz. "Kadehi tutan elimi görüyorum, kadeh dolu, sonra dik dik bakan gözleri ve kocaman açılmış ağzıyla hep o yüz vardı, sonra merdivenlerde duran, bağıran ve vazoyu kıran biri ve her yerde aynalar vardı(...) Onun vazoları kırdığı gibi sözcüklerle kıracaktım onu, ama ağzımdan tek kelime çıkmadı."

Ayna sembolü hem batı hem de doğu edebiyatında çokça kullanılmış. Felsefede ayna sembolünün kullanılması ilkçağa kadar uzanmakta. Pyhatogoras, Eflatun ve İbnü’l Arabî gibi birçok düşünürün ayna hakkında görüşlerini bilmekteyiz. Edebiyatta da, hem doğu hem batı edebiyatında; yüz, ayna, görüntü, hayal, gerçek, rüya üzerinden farklı metinler yazılmıştır. Birçoğumuz, ayna üzerinden, yüz üzerinden, insanın varoluşuyla ilgili farklı eserler okumuşuzdur.

Yani, seviyoruz ayna metaforunu ve yüzlerin aynada yansımasını. Suda yansımasına âşık olan Narkissos'u kendimize yakın bile görmüşüzdür. Ve aynada bir gizem ararız nedense. Doğu kültüründe fazla aynaya bakmanın iyi getirmeyeceği düşüncesi vardır. Delirmek mi istiyorsun? Ne görüyorsun ki aynada, sözleri sanırım yabancı gelmiyordur çoğumuza. Sevgili Murat Özyaşar'ın Ayna Çarpması[6] adlı öykü kitabında da ayna sembolünü, neredeyse bütün öykülerde okuruz. Bu kitabın adının yani, ayna çarpmasının Türkçede aynayla ilgili güzel bir deyim olduğunu düşünüyorum. Kitaba adını veren öyküde bir berber koltuğuna oturmuş kahramanın, geçmişe ve aslında kendisine dönüşlerini okuruz. Ve berber öykünün sonlarında kahramana ayna çarpmasını anlatır. "Dışarıda hava aldırdık biraz. 'Ayna çarpmasıdır' dedi Razi Dayı. Oluyormuş bir kısmında. Aynaya fazla bakınca ayna çarpıyormuş bazı insanları."

Ayna tehlikelidir, büyüklerimizin dediği gibi içinde ne görüneceği belli olmaz. Aynada yansımamızı cam sırla kaplı olmasa göremeyiz yani sırla kaplanmasa aydınlatmaz suretleri aynalar. Sır, adı üstünde sırlar dolu değil mi aynaların içinde?

Sır, rüya, ölüm, ayna, yüz, suret…

“Rüyada ölürsem diğer hayatıma geri döneceğimden şüphe duyanlar, kendi ölümlerinin bir rüyadan daha anlamlı olduğunu sananlardır. Hayat kalıcı, rüya geçicidir onlar için(…) Her şey başka bir şeyin aynasıdır. Bir ışık göremezseniz aynada, o sizin yokluğunuzdur. Kendinizi gerçek ama kendiniz dışınızdakileri geçici oldukları ya da farklı algılandıkları için değersiz sayarsanız, bir gün en büyük kibir kapınızı çaldığında, ölümdür bu, çöl rüzgârlarındaki kum tanesi gibi çaresiz kalırsınız.” Bu metin Burhan Sönmez’in Kuzey[7] romanından. Burhan Sönmez'in bu romanında da, ayna, ölüm, rüya kavramlarını okuyoruz.

Yine Arvid’e dönmek istiyorum tam burada. Romanda bir rüyasını anlatıyor ve rüyanın hemen ardından holdeki aynaya bakıyor. “Holdeki aynamın önünde duruyorum. Odaklanmak zor ama orada biri var, onu daha önce gördüm. Başımla selam veriyorum, sonra kendimi tanıyorum.”

Kahraman aynadaki yüzde yine kendini görüyor. Hangi kendisi acaba gördüğü ya da gerçekten görüyor mu kendisini, bilmiyorum ve yine Kuzey romanından bir bölümü sizinle paylaşmak istiyorum.

“(…) batı yolundan gelen yaşlı bir adam çantasından bir ayna çıkardı, ateşe tuttu. Ne gördüğümüzü sordu aynada. Ateş vardı. ’Aynanın içindeki mi gerçek yoksa önümüzdeki mi, ikisine de elinizle yaklaşın,’ dedi. Aynaya el uzattık sonra ateşin kendisine. ‘İşte,’ dedi yaşlı adam, ‘evren böyledir. Biz bir aynanın içindeyiz, asıl olan dışımızdadır.”

Per Petterson romanlarını okuyanlar, onun romanlarının çoğunda, aile meselelerine ve özellikle baba oğul ilişkilerine değindiğini bilirler. Bu romanında, bu durumu sürdürmüş yazar. Özellikle baba oğul ilişkisini daha fazla işlemiş. Romanın bir bölümünde babasının, birbirlerinin aynısı dört kazağının olduğu bilgisini öğreniyoruz. Arvid o kazaklardan birini giyiyor ve sanki babasını giyinip, kendi yüzünde babasını görüyor. Yazar geçtiğimiz haziran ayında 14. İTEF – İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali'nin konuğu olarak İstanbul'daydı. Festival kapsamında yapılan söyleşiyi izleme şansım olmadı ne yazık ki ancak Milliyet Sanat'ta Seray Şahinler’in yazarla yaptığı röportajı okudum. Söyleşinin bir kısmında Ardından romanından da bahsediyor yazar. "Ardından romanındaki baba oğul ilişkisi benim kendi babama duyduğum mahcubiyetten, babamla yeterince bağ kuramayışımdan kaynaklanıyor(...) Romanlarımda bir babanın kurduğu bir cümleyi bile yazıp siliyorum."

Baba evlat ilişkisi çok derin bir konu bildiğiniz gibi. Yukarıdaki metinde de bu derinliği çok iyi duyumsuyoruz. Bu konu dünyanın farklı köşelerindeki yazarlar tarafından anlatılıyor ve anlatılmaya devam edecek. Burhan Sönmez'in Kuzey'de "Jakav bilmeden onun içindeki iyi ihtiyarı öldürmüştü. Babalar bilmeden öldürür.", Murat Özyaşar'ın Ayna Çarpması'nda "Lise ikideydim, 'Ayna olsam sana çok kırılırdım' derdi edebiyat hocam yazdığım kompozisyonlardan sonra. Ben de, ben de sana çok kırılırdım baba. Paramparça kırılırdım. Çok kırıldım sana baba, çok. En çok ben kırıldım." ya da Per Petteson'un Ardından romanında "Her şeyde iyiydi, hiçbir şeyde en iyi değildi(...) Gücü vardı, iradesi de vardı ama o küçük farkı yaratacak olan hızdan da, hayal gücünden de yoksundu.” cümlelerindeki anlatımları gibi. İşte biz okurlar da bu cümleleri okuyup farklı biçimlerde, kendimiz için biricik anlamlandıracağız bu metinleri.

Doğuda ya da batıda, kuzeyde ya da güneyde, yani nerede anlatılıyor olursa olsun, anlatılan, en yalın söylenişle insan, insanın özü ve tözü. İnsanı anlamaya çalışıyoruz, anlamlandırmaya, yazıyorsak insanı anlatmaya çalışıyoruz. Farklılıklarla birleşiyoruz. Ardından'da yazar bu farklılıklarımızı ve bu farklılıklarla birleşmemizi de anlatmış. Kitapta Arvid’in zaman zaman karşılaştığı mülteci bir komşusu da var. Iraklı Kürt Naim Hajo bir gün, koltuk altında bir kitapla ziline basıyor. Onu içeriye davet ediyor Arvid. Hol bir halı gibi cam kırıklarıyla dolu. Bir fırça, bir faraşla yol açıyor kendilerine. Sahip olduğum şey kırık bir ayna, tümcesini okuyoruz Arvid’in. Bu yoklukta birbirlerinin dillerini bilmeseler de dertleşiyorlar. Naim Hajo ile babasının ölümünü paylaşıyor Arvid. “Benim babam öldü(…) Ama tuhaf olan şu ki, bunun dayanılmaz olduğunu fark etmek altı yılımı aldı.” Komşusu, bu dertleşme sonrasında, ona yanında getirdiği kitabı hediye ediyor. Kitap bizden bir kitap. İnce Memed. Sözü yine Arvid'e bırakmak isterim. “Kitabı çeviriyorum ve Yaşar Kemal’in İnce Memed’i olduğunu görüyorum. Onu on beş yıl önce okuduğum zamanı iyi hatırlıyorum(…) Her gün çaldığım İrlanda müziğini, bana sonsuza dek Çukurova'da yanan dikenleri çağrıştıracak olan o müziği, ve Memed'in sevgilisinin sadece onun için ördüğü benzersiz bir örneği olan çorapları. O kitabı bana kimin verdiğini de hatırlıyorum ve ona benim için böyle bir çift çorap örebilir misin, diye sorduğumu. O da ördü, Kemal’in kitaptaki tarifinden becerebildiği kadar. Ve birden yüzü geri geliyor ve o yüzü gördüğüm yıllar, onun kokusu,(…)”

Romanda Yaşar Kemalimizle, İnce Memed’le karşılaşmak mutlu ediyor beni. İnsanın tek ve biricikliği ile ne kadar da yaşama tutunduğunu da anlatıyor yazar bize. Ve hepimizin o biriciklik durumumuzu, bir roman kahramanı olma arzumuzu görüyoruz Arvid'in İnce Memed'in çoraplarını giymesi üzerinden. Murat Özyaşar’ın yine aynı kitabındaki Çift Kâğıt öyküsünde dediği gibi “Yüzüne baktın kolundakinin, çıkaramadın. Aynen sana benzeyen bir yüz. Kolay değildi sana benzeyen bir başka yüzle dolaşmak.” Ahh o biricikliğimiz bizi saran kuşatan! Peki tam da burada biz de soralım mı aynaya hep birlikte, hep bir ağızdan. Hazır mısınız? Haydi bir, iki, üç:

"Ayna ayna söyle bana, benden daha güzel var mı bu dünyada?"

[1] İlhan İrem'in Ara Ara Beni Ara şarkısından.

[2]Per Petterson, Lanet Olsun Zaman Nehrine, Metis Yayınları

[3] Per Petterson, Benim Durumumdaki Erkeler, Metis Yayınları

[4] İlhan İrem'in Sihirli Aynalar şarkısından.

[5] Per Petterson, At Çalmaya Gidiyoruz, Metis Yayınları

[6] Murat Özyaşar, Ayna Çarpması , Doğan Kitap

[7] Burhan Sönmez, Kuzey , İletişim Yayınları

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk Şimşek, ekonomi ve gerçek Dizi önerileri Ekonomik politikalar ve bütçe “Gurbeti ben mi yarattım?”