Hükm’den Mülk’e, Mülk’ten Çöküşe: İbn Haldun’un siyaset teorisine bir bakış

İbn Haldun, materyalist bir düşünür değildi elbette: Allah-âlem ilişkisine dair döneminin yaygın kelami görüşlerini benimsemişti. Ancak onun toplumun gelişimini ve siyasete dair konuları Fârâbî geleneğinin aksine metafizik yerine maddi üretimden hareketle açıklaması bu konudaki açıklamalarında materyalizme yakınsayan fikirler geliştirdiğini gösterir.

Ateş Uslu

Ümit Hassan’ın Anısına

İbn Haldun 1377’de Tilimsan yakınlarında (günümüzde Cezayir sınırları içinde) bir kalede Mukaddime’sinin ilk taslağını tamamlarken ardında yirmi yıllık fırtınalı bir siyaset-bürokrasi kariyeri vardı. Kuzey Afrika ve Endülüs’te irili ufaklı devletlerde ve kabilelerde sayısız taht kavgasına, isyana ve saray entrikasına tanıklık etmiş, bu arada kadılıktan vezirliğe çeşitli görevler almıştı. Mukaddime aslında çok daha büyük bir çalışmanın, Kitabü’l-İber adlı bir tarih kitabının kapsamlı girişiydi. Düşünür burada, o döneme kadar pek çok disiplinin aksine ana konusu (mevzusu), temel meseleleri, yöntemi ve amacı konusunda fikir yürütülmemiş olan tarih disiplinini bu saydığımız açılardan temellendirip çerçeveliyordu.

Peki, bu metodolojik temellendirme çabası dışında İbn Haldun’un tarih yazımına ve siyaset teorisine özgün katkısı ne olmuştu? Bu soruya, Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Devrim Sosyalizm’indeki İbn Haldun yorumundan yardım alarak yanıt arayabiliriz. Kıvılcımlı, modern öncesi tarihçilikte iki yaklaşımın olduğunu belirtir: Kimileri uygarlıkları birbirinden tamamen bağımsız sayarken kimileri de bunların ortak bir alınyazısına tâbi olduğunu düşünüp tarihi tekerrürden ibaret gören bir kaderci determinizm geliştirmişlerdir. Her iki durumda da “metafizik mantığın Tarih gerçeğini perdelemesi” söz konusudur (s. 234). Kıvılcımlı tarihsel dönemler ve uygarlıklar arasında süreklilik içinde kopuşlar görür: Sosyal çelişkiler içinde açılmış çığırlar uygarlıkları getirir, bu çelişkiler farklı olduğu ölçüde uygarlıklar da farklıdır ancak hepsinin ortak bir öz ve biçimi vardır: Özleri üretim temelleridir, biçimleriyse bölgesel uygarlıklar olmalarıdır. Dolayısıyla eski toplumlar için bir determinizmden bahsetmek mümkündür ancak bu gizemli bir kaderin işleyişinden değil, toplumların üretim temelinden gelmektedir. Kıvılcımlı, İbn Haldun’u önceki tarihçilerden ayıranın, onun tarihte maddi temeli, yani ekonomi ilişkilerini araması olduğunu düşünür.

Yine Kıvılcımlı, İbn Haldun’un tarihi bir gidiş (süreç) olarak gördüğünü ve bu gidişin ardındaki “yasa”yı bulmaya çabaladığını yazmaktadır. İncelediği örnekler üzerinden her devletin yaklaşık 120 yıllık ömrü olduğunu saptamış ancak bu kuruluş-yükseliş-çöküş sürecini topluma (onun kullandığı terimle, “beşeri umran”a) dışsal bir yazgının değil, toplumun iç işleyişinin ve çelişkilerinin sonucu olarak görmüştü. Üstelik Kıvılcımlı’ya göre İbn Haldun’un toplumun gelişim evreleri (“tavır”ları, çağları) hakkında söyledikleri Lewis H. Morgan’ın Eski Toplum’da ve Engels’in Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’nde tespit ettikleri gelişim süreçleriyle örtüşür: İbn Haldun bedevi (küçük ölçekte tarım yapan veya göçebe) ve hadari (gelişkin kentlerde yaşayan) toplumlar arasındaki geçişleri anlatırken eninde sonunda barbarlık ve uygarlık aşamaları arasında bir geçiş süreci tarif etmektedir: Eski medeniyetler, Kıvılcımlı’nın deyişiyle “barbar aşısı” yiyerek ölümden sonra dirilirler.

Kıvılcımlı’ya göre 17. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde onu takip eden Kâtip Çelebi (Kıvılcımlı’nın kullandığı ismiyle, Hacı Halife) ve Na’îmâ gibi yazarlar bir bakıma İbn Haldun’daki son kaderci kalıntıları da ortadan kaldırmış, tarihin mutlaka devrilme getirmeyeceğini belirtmişlerdi. Ümit Hassan ise İbn Haldun üzerine kapsamlı çalışmasında Mukaddime’de herhangi bir kaderci determinizmin izine rastlayamayacağımızı savunmaktadır: Hassan’a göre İbn Haldun’un “tavırlar” anlayışı belirli bir görececiliği barındırdığı ölçüde kadercilikten uzaktır.

İbn Haldun insanların ancak ortaklaşa çalışarak ve iş birliği yaparak yaşayabileceklerini belirtir. Bu, Platon’un Politeia’sında (Devlet) gördüğümüz ve neredeyse tüm İslam siyaset teorisi metinlerinde tekrarlanan bir görüştür. Ancak İbn Haldun buna 11. yüzyıl civarından itibaren yaygınlaşan, Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî gibi yazarlarda örneklerini gördüğümüz bir fikri de ekler: “Adaletsizlik ve saldırganlık insanın hamurunda vardır” (III.23, s. 282). Böylece düşünür toplum ve siyaseti ikili bir sacayağı üzerine oturtur: İnsanların birbirlerine muhtaç oldukları ölçüde topluma, saldırgan oldukları ölçüde yöneticiye ihtiyaçları vardır. Ümit Hassan’a göre bu ve benzeri görüşleri şöyle yorumlamak mümkündür: İbn Haldun mülk-devleti “hükm”e, “hükm”üyse cebir, zor anlamında şiddete dayandırmaktadır (Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, s. 235-236). Bu, Kıvılcımlı’nın ve başka pek çok araştırmacının vurguladığı gibi İbn Haldun’un döneminin siyaset teorisine belki de en önemli katkısı olan siyaseti ve toplumu maddi temellere dayanarak açıklama çabasının bir sonucudur. İslam siyasal düşüncesinde Fârâbî’yle başlayan ve Nasîrüddin Tûsî’yle devam eden yaklaşımda yönetimin metafizik bir çerçevesi vardır. Bu geleneğe göre hem toplum hem de yönetim insanın metafizik olarak temellenen mükemmelliğe, yetkinliğe doğru ilerleme çabasında ortaya çıkar: İyi siyaset, insan yetkinliğine içkin olan üst değerleri, en başta da hakikat bilgisine (var olanların tanımlarına, aralarındaki nedensellik bağlarına ve ilk nedenle, yani Tanrı’yla bağlantılarına dair bilgiye) ulaşmayı olanaklı kılan siyasettir.

İbn Haldun, materyalist bir düşünür değildi elbette: Allah-âlem ilişkisine dair döneminin yaygın kelami görüşlerini benimsemişti. Ancak onun toplumun gelişimini ve siyasete dair konuları Fârâbî geleneğinin aksine metafizik yerine maddi üretimden hareketle açıklaması bu konudaki açıklamalarında materyalizme yakınsayan fikirler geliştirdiğini gösterir. Bu görüşleri onu elbette bir yenilikçi yapar ancak her büyük yenilikçi gibi onun da daha az etkili olan öncülerinin olduğunu unutmamalıyız: Eş’arî kelamcıları yüzyıllar boyunca Şiilere karşı polemiklerinde yöneticinin ilahi değil insani bir görevle donatılmış olduğunu ısrarla vurgulamışlardı; Endülüslü filozof İbn Rüşd’se Platon’un Politeia’sı üzerine yazdığı, İslam dünyasında pek etkili olmayan Telhis’inde, İbn Haldun’un ondan iki yüz elli yıl sonra yapacağı gibi, siyaseti metafizikte değil fizikte temellendirmek gerektiğini öne sürmüştü (İbn Haldun’un İbn Rüşd’ün bu görüşlerinden haberdar olduğuna dair elimizde herhangi bir veri yoktur).

Bu yazıyı sonlandırırken, İbn Haldun’un siyaseti maddi üretim sürecinde temellendirme çabalarının onu bir tür proto-Marksist haline getirmediğini belirtelim. Onun görüşlerinde Marx ya da Engels’in (veya başka bir büyük düşünürün) fikirlerinin ön belirtilerini aramak yerine bu görüşlerini ortaya koymasını mümkün kılan özgül koşulların neler olduğunu tartışmak çok daha anlamlı olacaktır.

Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi: Tarih Öncesi - Tarih Devrim Sosyalizm, İstanbul: Tarihsel Maddecilik Yayınları, 1976.
İbn Haldun, Mukaddime: Evrensel Tarihe ve Toplum Bilimlerine Giriş, çev. Cemal Aydın, İstanbul: Timaş Yayınları, 2021.
Ümit Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, İstanbul: Alan Yayınları, 2000.
Ümit Hassan, İbn Haldun: Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara: DoğuBatı, 2019.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk Şimşek, ekonomi ve gerçek Dizi önerileri Ekonomik politikalar ve bütçe “Gurbeti ben mi yarattım?”